PKK'ya Karşı Öfkeyle Kalkarken
[15 Ekim 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Şu günlerde PKK'nın şehit ettiği gencecik askerlerimiz için milletçe lanet okurken, bu kanlı terör örgütüne darbe indirmek için devletçe hazırlık yapıyoruz. Her iki tepki de alabildiğine haklıyız. Ama haklı öfkemizi sağduyuyla dengelemek gerek. Özellikle de Kuzey Irak'a yönelik bir askeri mühahaleyi tartışırken.
Karşımızdaki tabloyu doğru anlamak lazım. İlk belirlenmesi gereken nokta, bugün Kürt sorununun barışçı çözümü yolundaki en büyük engelin PKK olduğu. Bu “çözüm”ü, Türkiye'nin Kürt vatandaşlarının etnik kimlikleriyle birlikte özgürce, mağrurca ve müreffehce yaşamaları ve böylece “gönüllü vatandaş” haline gelmeleri diye anlamak lazım. Ve görünen o ki PKK tam da bunu engellemeye, hatta sabote etmeye çalışıyor.
Aksi takdirde PKK'nın terör eylemlerine 2004 yılında, yani Türkiye Kürtlerinin 80 yıldır en çok özgürlük ve demokrasi buldukları bir dönemde yeniden başlaması nasıl izah edilebilir ki? Evet, AB süreci ve 2002'de başlayan AK Parti iktidarı sayesinde Türkiye'nin Kürt vatandaşları daha önce telaffuz bile edilmeyen haklar elde ettiler. Kürtçe yayın yasağı kalktı, dil kursları açıldı. TRT bile, sembolik de olsa, Kürtçe yayına başlandı. Etnik kimliklere saygı göstermek gerektiği gerçeği, başbakan düzeyinde ifade buldu. Dahası son beş yılda güneydoğuya son derecede kapsamlı hizmetler götürüldü.
Tüm bunların sonucu 22 Temmuz'da ortaya çıktı: AK Parti'nin güneydoğu genelindeki oyu yüzde 54'ü geçerken, Bağımsızlar yüzde 24'te kaldı. Belli ki bu eğilim devam ederse, bir beş yıl sonra “bölge” Türkiye geneline iyice entegre olacak, Kürt kimliğine dayalı etnik siyaset iyice zayıflayacak.
Pek çok insan bu tabloyu “ne iyi, Kürt sorunu çözüm yolunda” diye yorumluyor. Böyle düşünenler arasında, demokrasiye inanan ve şiddeti reddeden pek çok Kürt aydını da var. Ama aynı tablo radikal Kürt milliyetçileri ve hele de PKK için “alarm sinyali” anlamına geliyor. PKK saldırılarının 2004'te yeniden başlayıp 2007 seçimlerinin öncesi ve sonrasında hızlanmasının nedenini burada aramak gerek.
PKK, Kürt sorununun üniter devlet ve liberal demokrasi temelinde (ve muhafazakar değerlerin yardımıyla) çözülmesine iki sebeple karşı. Biri ideolojik, ötekisi ise tümüyle menfaatlerle ilgili. İdeolojik sebep, uzun vadede de olsa Türkiye'den ayrı bir “Kürt milleti” ve “Kürt devleti” inşa etme hedefine dayanıyor. PKK çevresi bunu hedeflemediğini, sadece “demokratik cumhuriyet” istediğini söylese de, aynı çevreden zaman zaman duyulan “self-determinasyon” gibi laflar, bu konuda en azından bir kafa karışıklığı veya iç bölünme içinde olduklarını gösteriyor.
İşin menfaat boyutu ise, Öcalan'ın “siyasi beka” hedefleri ve hatta megalomanisi ile ilgili. Hatırlarsanız PKK lideri 1999'da yakalandığında bir anda “barış havarisi” kesilmişti. Kafasındaki hesap, kendini Avrupa'ya bir tür Arafat ve hatta Mandela gibi göstermekti. AB'den destek umuyor, “Kürt halkının lideri” olarak içerde ve dışarda tanınmayı hayal ediyordu. Ama öyle olmadı. Aksine AB temsilcileri, Öcalan'ı ve örgütünü terörist olarak nitelemeye, DEHAP ve DTP'ye de “terörle aranıza mesafe koyun” demeye devam ettiler. Bu mesaj, Leyla Zana'nın Avrupalı parlamenterlere söylediğine göre “Öcalan'ı incitti.”
İşte terörün yeniden tırmanması, Öcalan'ın “incinme”sinin ve zemin kaybetmesinin bir sonucu. PKK liderinin amacı, şiddeti tırmandırarak kendisini yeniden “Kürt meselesinde baş aktör” haline getirmek. Dahası, çatışmayı Kuzey Irak'a yayarak, tam bir Kürt-Türk savaşı görüntüsüne sokmak. Hatta mümkünse ABD'yi de Türkiye'nin karşısına dikmek.
Sınır ötesi operasyon hesapları yaparken, işin ucunda böyle bir tuzağın var olduğunu da görmek gerek. Yoksa PKK'ya karşı öfkeyle kalkıp zararla oturabiliriz.