Dini Siyasete Karıştırmanın Faydaları
[10 Ekim 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Geçtiğimiz haftalarda dünyanın ilgi odaklarından biri Burma'daki despot askeri rejime karşı gelişen kitle tepkisiydi. Bu cesur başkaldırının öncülüğünü ise başkent Yangon'un sokaklarında ‘demokrasi, demokrasi' diye tempo tutarak yürüyen onbinlerce Budist rahip üstlendi. Sonuçta ülkeyi yöneten generaller tek bildikleri yola başvurup gösterileri şiddetle bastırdılar; ama kırkbeş yıldır milim oynamayan militarist surda bir gedik açıldı. Ve bu iş din adamlarının eliyle oldu.
Aslında dinin siyasete karışarak özgürlüğe ve adalate öncülük etmesinin yakın tarihte pek çok örneği var. 1980'lerde Polonya'daki Dayanışma hareketine büyük destek veren Katolik Kilisesi, ‘demir perde'nin orta yerinde komünist blokun çökmesiyle sonuçlanacak bir çatlak açmıştı. ABD'de önce köleliğin sonra da ırk ayrımının kaldırılmasında, ‘Allah tüm insanları eşit yaratmıştır' diye ısrar eden kiliseler ve dini liderler önemli rol oynamıştı. İslam dünyasında ise sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerde dinin büyük etkisi oldu. Hele de bizim Kurtuluş Savaşı'mızda...
Kısacası dinin politikayı olumlu yönde etkilediğini gösteren pek çok örnek var. Ve bu gerçek, din-siyaset ilişkisi konusunda ülkemizde pek yaygın ve yerleşik olan bir ezberle çelişiyor. Bize hep ‘dini siyasete karıştırmanın' feci bir şey olduğu anlatılıyor, değil mi? Ama işte görüyoruz ki her zaman öyle değil...
Kuşkusuz dini siyasete karıştırmanın gerçekten feci olan örnekleri de var; İslam adına masum insanları bombalayan terör örgütleri, Filistin'de kan döken fanatik Yahudiler, veya ABD'yi saldırgan bir dış politikaya zorlayan ‘Hıristiyan Siyonistler' gibi. Dahası çağımızda ve hemen yanımızda kurulmuş olan dini diktatörlükler var; Suudi Arabistan, İran ve Taliban'ın korkunç Afganistan'ı gibi.
Tüm bu olumlu ve olumsuz örneklere bir arada bakınca, ‘dini siyasete karıştırmak' hakkında genelleyici bir yorum yapmanın yanlışlığı ortaya çıkıyor. Bu, hangi dinden ve onun hangi yorumundan söz ettiğimize göre değişecek bir şey. Demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlükleri savunan bir din anlayışı da mümkün, bunları ortadan kaldırmayı hedefleyen bir ‘dini despotizm' de.
Aslında bu çoklu durum sadece din değil, din-dışı felsefeler için de geçerli. Örneğin diyalektik materyalizmin siyasete karışması, ‘silahlı propaganda'ya koyulmuş Leninist bir komünizm şeklinde de olabilir, sosyal demokrasi formunda da. Birincisinin demokrasilerde yeri yoktur; ikincisi ise meşru ve hatta gereklidir.
Madem durum böyle, o zaman ‘siyasal materyalizm' hakkında tek bir ezbere saplanmamak gerektiği gibi, ‘siyasal din' ve dolayısıyla ‘siyasal İslam' konusunda da peşin hükme varmamak lazım.
‘Siyasal İslam' konusundaki yaygın endişe kuşkusuz sebepsiz değil. 20. yüzyılda ortaya çıkan İslamcı hareketlerin çoğu ‘şeriat hukukunu egemen kılmayı' ve İslami saydıkları bir yaşam biçimini topluma empoze etmeyi hedeflediler. Bu yüzden de ‘İslam ve siyaset karışırsa, ortaya despotizm çıkar' diye bir kanı yerleşti.
Oysa laik devleti ve demokratik sistemi kabul eden, ‘dinde zorlama'yı zaten İslam'ın özüne aykırı bulan, çoğulculuğu benimseyen bir ‘siyasal İslam' da mümkündür. Böylesi bir hareket, ‘din devleti' kurmayı değil, demokratik devlet içinde İslam'ın evrensel değerlerini yükseltmeyi hedefleyebilir. Örneğin adaleti, din özgürlüğünü, aile değerlerini, sosyal dayanışmayı, şeffaf devleti savunabilir. Bu, sadece meşru değil, fazlasıyla gereklidir de.
Ülkemizdeki çoğu ‘laik' kalem, İslam'ın böylesi demokratik bir potansiyel taşıdığından hayli şüpheli. Oysa bu potansiyel tam da onların gözünün önünde, yani Türkiye'de gelişip serpiliyor. Ama bunu görebilmek için ezberleri bozup gerçeklere bakmak gerekiyor.