Allah'a Niçin İnanılır?
[28 Kasım 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Orhan Pamuk'un ilk romanı olan "Cevdet Bey ve Oğulları"nda, Nusret adlı bir Jön Türk tiplemesi vardır. Koyu bir Fransız hayranı ve Abdülhamid karşıtı olan Nusret, ömrünün son günlerindedir. Ölüm döşeğinde küçük oğlu Ziya'yı kendi kardeşine emanet ederken, çocuğu dindar akrabalarının eline bırakmamasını tembih eder. "Yoksa," der, "oğlum da onlar gibi Allah'a inanır, olmadık yalanları doğru sanır, herkes gibi uyuşuk biri olur, dünyayı anlayamaz."
Nusret bir roman karakteridir elbette, ama son yüz yıldır ülkemizde bol rastlanan bir aydın modelinin de özetidir. Bu aydınlar, içinden çıktıkları geleneksel toplumun durağanlığına ve kapalılığına tepki duymuş, Avrupa'daki pozitivist ve din karşıtı felsefelerden etkilenmiş, sonuçta dini inancın “hurafe” olduğuna kanaat getirmiştir. Bunların bazıları liberal eğilimlidir ve dolayısıyla dine baskı yapılmasına taraftar değildir. Diğerleri Jakoben'dir; toplumu “aydınlığa” çıkarmak için zor kullanmak, “gericilerin” tepesine binmek gerektiğini düşünür. Ortak yönleri, Allah'a imanı bir tür “batıl inanç” saymalarıdır.
Bütün bunlar, geçenlerde (18 Kasım'da) Mahfi Eğilmez'in Radikal gazetesindeki “İnanç ve Evrim” başlıklı yazısını okurken aklıma geldi. Sayın Eğilmez, “İnanç, bilimsel bir kökeni olmayan, kanıtlamayan konularda ortaya çıkan bir çeşit taraf olma eğilimi; örneğin tanrı inancı bu tür bir şey” diyordu. Sonra da, “hiç kimse tanrıyı görmediği ve duymadığı için, onu duyduğunu söyleyen peygamberlerin söyledikleri kanalıyla inanç oluşuyor” diye ekliyordu.
Buradan şöyle bir sonuç çıkıyor: İnsanların Allah'a inanmalarının sebebi, bir dine inanmalarıdır. Tabii bir dine inanmanın sebebi de, yine bu mantık örgüsüne göre, gelenekler ve duygulardır. Dolayısıyla, Allah'a inanmak, kültürel ve psikolojik bir “tercih”tir. Zaten Sayın Eğilmez bunu “mavi rengi sevmeye” benzetmiş.
Ve bence yanılmış. Onun gibi düşünenler de yanılıyorlar. Iskaladıkları nokta, Allah'a imanın akılcı dayanakları. Bu dayanaklar, modern öncesi dönemde Aquinalı Thomas, Maimonides, İmam Gazali gibi ilahiyatçılar tarafından ele alınırdı. Aydınlanma devrinin ve sonrasının ateist filozofları (örneğin David Hume), modern bilimin bu dayanakları boşa çıkardığını ileri sürdü. Oysa 20. yüzyılın ikinci yarısında, önce bilimin aşırı iddiaları törpülendi, sonra da bizzat bilim dünyasının içinden Allah inancını destekleyen yorumlar gelmeye başladı. Bugün
Amerika veya İngiltere'de bir kitapçıyı gezerseniz, özellikle fizik alanındaki bulgulardan yola çıkarak inanca yol bulmuş bilim adamlarının eserleriyle karşılaşabilirsiniz. Dünyanın en ünlü ateist düşünürlerinden biri olan Anthony Flew'ün, 2004 yılında, “evrende bir tasarım bulunduğuna işaret eden kanıtlar”la ikna olduğunu ve bir Yaratıcı'yı kabul ettiğini açıklaması, boşuna değil.
Bunlarla “Allah'ın varlığının bilim yoluyla kanıtlandığı” gibi bir şey söylemiyorum; bu aksi yönde bir pozivitizm olur ve yanlıştır. Dinin akla indirgenemeyecek derin bir duygusal ve ruhani boyutu olduğu da kuşkusuzdur. Ama dinin akılla olan ilişkisi, bizdeki çoğu seküler aydının sandığından daha sağlıklı. Bunu görebilmek içinse biraz ezber bozmak gerek.