Derin Türkçülük
[10 Şubat 2007 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Türk medyası Hrant Dink cinayetinden bu yana “milliyetçilik” kavramını tartışıyor. Bir yanda, cinayete sebebiyet veren nefret ideolojisi nedeniyle “sorun milliyetçilikte” diyenler var. Diğer yanda ise, bu düşünceye sahip çıkanlar, “elbette milliyetçi olacağız, bu Türkiye'nin temel değeridir” diyenler.
Oysa aynı “laiklik” kavramı üzerinde yaşanan kavgalarda olduğu gibi, “milliyetçilik” üzerinde yürüyen tartışmalarda da kavram kargaşası yaşıyoruz. Çünkü “milliyetçilik” kavramıyla kast edilen iki farklı şey var. Birincisi, “Türkiye'yi ve tüm Türkiye halkını sevmek” diye özetlenebilecek kapsayıcı bir bakış açısı. Bu, kuşkusuz, toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul gören, meşru ve makul bir ilke. Burada bir sorun yok.
Ama milliyetçilik kavramının ikinci bir anlamı daha var. Ogün Samast'lar ve “ağabeyleri” ona inanıyor. Bu, Türkiye'nin tümünü değil, sadece etnik yönden Türk olan vatandaşları seven, dahası diğerlerine de düşman olan bir ideoloji. Bunun doğru adı ise “etnik milliyetçilik.” Bazıları buna “ırkçılık” da diyor; ama Türkiye'de ırk ayrımına yol açacak biyolojik bir ayrışma (örneğin farklı deri rengi, kafatası yapısı, vs.) yok. Mesele daha ziyade anadil, kültür ve aidiyet kavramlarına karşılık gelen “etnisite” ile ilgili.
Sorunu böyle tarif etmek, herkesin farklı bir anlam yüklediği “milliyetçiliği” değil, ondan çok daha somut bir tanım olan “etnik milliyetçiliği” tartışmak gerek.
Bölücülüğün Öteki Yüzü
Etnik milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli bir ideoloji olduğunu anlatmak içinse, Eski Yugoslavya'nın çöküşü veya Hutu-Tutsi savaşı gibi ilk anda gelen korkunç trajedilere uzanmaya bile gerek yok. Hepimizin çok iyi tanıdığı bir örgütü hatırlamak yeterli: PKK. Evet, PKK, Kürt etnik milliyetçiliği üzerine kurulan bir terör örgütü. “Kürtçülük” de denebilecek bu ideoloji gereğince, etnik yönden homojen bir Kürdistan kurma hedefiyle yola çıkmış ve binlerce masum insanı öldürmüş bir “çete.”
Türkiye'de henüz yeterince kavranamamış olan bir gerçek ise şu: PKK nasıl “etnik milliyetçi” ise, Ogün Samast, onun “abileri” gibi Türkçüler de etnik milliyetçi. Çünkü sadece etnik Türklerin değil, daha pek çok farklı etnik kökenden gelen Türk vatandaşlarının oluşturduğu Türkiye halkını, “Türk olan” ve “Türk olmayan” diye ayırıp, ikincileri “düşman” sayıyorlarlar. Yani, o çok nefret ettikleri “bölücülük” kavramı, bizzat onları tarif ediyor.
İşin enteresan bir tarafı, sadece “içerdeki düşmanlara” değil, dış dünyaya ve özellikle de Batı'ya düşman olan Türkçülerin, aslında Batı'dan ithal edilmiş (yani “kökü dışarda”) bir ideolojinin üzerinde oturuyor olmaları. Çünkü etnik milliyetçilik, modern Batı'da ortaya çıkmış, bu topraklara oradan “bulaşmış” bir fikir. 20. yüzyıla gelinceye kadar Osmanlı topraklarında ne Türkçülük ne de Kürtçülük vardı. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler gibi gayrımüslim cemaatler de huzur ve güven içinde yaşıyor, “yabancı” veya “iç düşman” olarak algılanmıyorlardı.
İmparatorluğun Çocukları
Etnik milliyetçilik, imparatorluğun bu farklı unsurlarını farklı derecelerde etkiledi. En çok Balkanlar'daki gayrımüslimler, en az da dış dünyaya kapalı yaşayan Kürtler ve siyasi bir “vatan” projesine sahip olmayan Yahudiler tesir altında kaldı.
Sonuçta imparatorluk yıkılınca elimizde onun farklı unsurlarından oluşan bir millet kaldı. Bu unsurların en büyüğü Türkler'di kuşkusuz. Ama Kürtler, Araplar, Çerkesler, Lazlar, Arnavutlar veya Boşnaklar gibi diğer Müslüman unsurlar da varlığını koruyordu. Dahası sayıları çok azalmış da olsa Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler gibi gayrımüslim azınlıklar da...
Ancak elbette Türkiye bir imparatorluk değil ulus-devlet olmak zorundaydı. Dolayısıyla eldeki bu renkli mozaiğin hepsine “Türk” diye ortak bir kimlik belirlendi. Yani en büyük unsur olan Türklerin kimliği, diğerlerine doğru genişletildi. “Ne mutlu ‘Türküm' diyene” sözünün bu anlama geldiğini biliyoruz.
Ama tam da bu noktada ince bir nüans ve derin bir sorun var: Türkiye, tüm vatandaşlarından “Türküm” demelerini beklerken, bunu etnik bir anlamda mı yapıyor, yani Türk olmayanların asimile olmasını mı zorunlu kılıyor? Yoksa “Türk” olmayı, sadece “anayasal vatandaşlık” anlamında tanımlayıp, Kürtlük, Ermenilik, Araplık gibi alt kimliklere saygı mı gösteriyor?
Yerleşik söylem, ikinci cevabın doğru olduğunu söylecektir bize. İyi ama o zaman sormak gerekiyor: Madem Türklük etnik bir kavram değil, o zaman okullarımızdaki “milli tarih” kitapları neden sadece Türk etnisitesinin şanlı tarihini anlatırken, milletin diğer etnik unsurlarından tek kelime dahi söz etmiyor? Neden “Türklüğü aşağılamak” suç da, Kürtlüğü, Ermeniliği, Rumluğu, Yahudiliği veya Araplığı aşağılamak suç değil? Neden Kuzey Irak'taki Türkmenler “soydaşımız” oluyor da, Iraklı Kürtler hakkında sürekli tehditkar ve aşağılayıcı ifadeler kullanılıyor?
“Derin devlet” var mı, bilmiyorum, ama anlaşılan bir “derin Türkçülük” var...
Yanlış anlamayın: Türkiye'nin büyük çoğunluğu etnik olarak da Türk olduğuna göre, bu ülkede Türk kültürünün egemen olması normal. Ama farklı etnisitelere ve kültürlere sahip vatandaşların varlığını da kabul eden, onları kucaklayan bir söylem ve zihniyete gerek var. Türkçülüğün yerine “Türkiyeciliği” koymak, bunun için de biraz gidip Osmanlı İmparatorluğu'dan ders ve ilham almak gerekiyor.
Aksi takdirde Osmanlı'nın parçalanması sürecine yeni bir halka daha eklemeye doğru sürüklenebiliriz...