Allah Kimin Yanında?
[6 Ocak 2007 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Geçen cumartesiden bu yana dünya Saddam Hüseyin'in idam görüntülerini konuşuyor. Yapılan yorumlar genelde akl-ı selimde birleşiyor: Evet, bu görüntüler rahatsız edici. Eli kanlı bir despot olmasına rağmen Saddam'ın taciz edilerek asılması, bunun bir “Şii intikamı” görüntüsü çizmesi, yanlış. Bu olay, muhtemelen, Irak'taki iç savaşı daha da körükleyecek. Bütün bunlar doğru.
Ancak benim dikkatime başka bir şey takıldı: Hem Saddam'ın hem de onun cellatlarının Kelime-i Şahadet getirmeleri. Birbirinden öldüresiye nefret eden bu iki “ekol”ün aynı Allah'a ve peygambere bağlılık yemini etmeleri... Acaba bunu dini bir perspektiften nasıl açıklamak gerek?
Kuşkusuz Saddam'ın aslında pek iyi bir Müslüman olmadığı, hiç de İslami bir hayat sürmediği söylenebilir. Ama sadece onun değil, ondan çok daha dindar olan kimi Iraklı Sünni milislerin de dilinde İslami kavramlar var. Bu milislerle savaş halindeki Şii gruplar da yine İslami kavramlarla hareket ediyor. Birbirinin camisini bombalayan, çoluk-çocuğunu ateşe veren bu “cihatçılar”ın ağzından aynı Allah adına atılan sloganlar düşmüyor. Belli ki hepsi savaşırken “Allah bizle beraber” diye düşünüyor.
Sadece Irak'ta değil, Hicret'in daha 36. senesinde Hz. Ali ile Hz. Aişe'yi karşı karşı getiren Cemel Savaşı'ndan bu yana, Müslüman dünyanın 1400 yıllık geçmişindeki iç savaşların hemen hepsinde tarafların her biri “Allah bizle beraber” diyor. Kimileri bunu inanmaksızın, salt meşruiyet kazanmak ve taraftarlarına moral vermek için söylüyor kuşkusuz. Ama çoğu Müslüman da buna samimi olarak inanıyor.
Peki ama bu “ilahi destek” iddialarının hangisi doğru? Allah gerçekten kimin yanında? Bunu nasıl bileceğiz?
Bence bu sorunun tek bir doğru cevabı vardır: Bilemeyiz. “Din savaşları”nın önünü de, ancak Allah'ın kimin yanında olduğunu bilemeyeceğimizi kabul ettiğimizde keseriz.
Nasıl bilebiliriz ki?.. Bir din yorumunun diğerinden daha doğru olduğunu bize söyleyen tek şey, içinde yetiştiğimiz çevre veya bireysel akıl ve vicdanımızdır. Bunları kesin bir doğru olarak ilan eden insan, insani bilgiyi mutlaklaştırmış olur ki, bu, dinin özündeki “en doğrusunu Allah bilir” ilkesine tamamen aykırıdır.
Zaten Kuran'da insanlar arasındaki ayrılıkların çözümünün “bu dünya”da mümkün olmadığı defalarca vurgulanır. Allah açıkça şöyle der:
“Dönüşünüz yalnızca Banadır, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyde aranızda Ben hükmedeceğim." (3/55)
Bugün İslam dünyasının bu ilahi ilkeye dayalı bir “dini çoğulculuk” prensibine acilen ihtiyacı var. Dini doğrunun tekelinin kimsede olmadığının, hiç kimsenin “Allah benim tarafımda” diyerek mücadele yürütmemesi gerektiğinin kabulü gerekiyor. Farklı dini mezhep ve cemaatlerin, “mutlak doğruluk” iddiasında bulunmaksızın, tarafsız bir siyasi düzende yaşamayı kabul etmesi şart.
Westphalia Tecrübesi
Benzer bir tecrübeyi Batı dünyası da yaşadı. Ortaçağ sonundaki din savaşları, Avrupa'yı kan gölüne çevirmiş, İslam dünyasındaki iç çatışmaların çok daha ötesinde bir şiddet yaşanmıştı. 1618-48 arasındaki “Otuz Yıl Savaşları”nda birbirlerini boğazlayan Katolik ve Protestanlar, o kadar çok öldüler ki, sonunda mecburen oturup ünlü Westphalia Barışı'na imza attılar. Bu barışla birlikte, din özgürlüğü ve dini çoğulculuk kavramlarının da temelleri atılmış oldu. Gerçi Avrupalı güçler daha yüzyıllar boyunca birbirlerine “Tanrı adına” savaş açmayı sürdürdüler, hala da öyle düşünen bazı Yahudi ve Hıristiyanlar var, ama Batı dindarlığında bugün dini çoğulculuk perspektifi yaygın kabul görüyor.
Westphalia Barışı'nı yorumlayan tarihçiler, bunun aynı zamanda laiklik ilkesinin de çıkış noktası olduğunu belirtirler. Doğrudur. Ve zaten bu yüzden laiklik, sadece seküler insanlar için değil, dinler ve dindarlar için de iyidir. Çünkü, birbirinden farklı inançlara, mezheplere, cemaatlere bağlı insaların, nötr bir siyasi düzen içinde yaşamasını sağlayacak ilkedir. Bazı Müslüman aydınlar, böylesi bir “nötr düzen”in ilkelerini, Hz. Muhammed'in Yahudiler ve putperestler ile imzaladığı “Medine Vesikası”nda da görüyorlar.
Ama laikliğin ikinci bir anlamı, daha doğrusu ikinci bir versiyonu daha var. Bu, Westphalia'dan çok daha sonra, felsefi materyalizmin doruğa çıktığı 19. Yüzyıl Avrupası'nda ortaya çıkmış ve dinlere karşı tarafsız değil düşmanca pozisyon almış bir ilke. İnsanlığın “aydınlanması”nın ancak dini inançların ortadan kalkmasıyla mümkün olacağını savunan, ve bu dogmatik inanç uğruna dini toplumdan kazımayı, dini özgürlükleri yok etmeyi hedefleyen bir tür “alternatif din”.
İşte İslam dünyasının bu iki farklı laiklikten ilkine ihtiyacı var. Ama korkarım ikincisinin örneklerini gördükçe-ki etrafa bakın, siz de görebilirsiniz-birincisinden de uzak duruyor.
Türkiye sahiden de “kilit” ülke...