‘Klasik Sağcı Müslüman Tezi' İyidir
[10 Ocak 2007 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
Radikal'in sayfalarında süregiden “sosyalizm İslamiyet'e uyar mı” tartışması, Nuray Mert'in geçen perşembe günkü “Bir Kez Daha: İslam ve Sol” başlıklı yazısıyla daha bir zenginleşti. Sevgili Nuray Mert, benim bir önceki yazımı irdeleyen yorumlarıyla aslında sadece o metni değil genel olarak "klasik sağcı Müslüman tezi" dediği şeyi eleştirmiş. Ama bir teze "klasik" demek, onu geçersiz kılmıyor kuşkusuz. Max Weber'e "vahşi kapitalizmin temsilcisi", Sabri Ülgener'e "oryantalist" gibi etiketler vermenin, onların görüşlerini çürütmediği, hatta onlara adaletli davranmak anlamına bile gelmediği gibi. (Merhum Sabri Ülgener, "oryantalist" değil, milliyetçi/dindar geleneğin en önemli düşünürlerinden merhum Erol Güngör'ün ifadesiyle “memleketimizde iki elin parmakları kadar az sayıdaki ilim adamlarından biri”dir.)
Nuray Mert, Weber'in tezlerinin “son derece tartışmalı” olduğunu da belirtmiş. Evet öyledir ve bunun en büyük nedeni de Marksistlerin Weber'i hiç sevmeyişidir. Onlara göre din, ekonomik yapılar tarafından belirlenen bir kurumdur. Weber ise, bunun tam tersini söyleyerek, dinin ekonomik yapılar üzerinde belirleyici olabildiğini göstermiştir. Weber'e karşı Marx'ın yanında pozisyon alarak dindar bir argüman bina etmeye çalışmak ise, doğrusu enteresan bir girişim.
Kanımca Nuray Mert'in yaklaşımındaki temel sorun, "kapitalizm" ile "emperyalizm"i kaçınılmaz olarak birbirine bağlı iki unsur olarak görmesi. Lenin'den kalma bir şablondur bu. Oysa emperyalizm, kapitalizmden ayrı bir olgudur ve nitekim sosyalist ülkeler de gayet emperyalist olabilirler. Sovyetler Birliği, tüm Doğu Avrupa, Orta Asya ve Kafkaya'yı, dahası Afganistan'ı ne diye işgal etmişti ki? Emperyalizm, güçlü ülkelerin güçsüzleri egemenlik altına almasıdır; kendi ekonomik düzenleri ne olursa olsun.
Gelelim toplumsal adalet meselesine. Burada “fakirler ezilsin” diyen yok; tartışma yöntem üzerine. Ben "İslam vermeyi, sosyalizm el koymayı emreder" demiştim, Nuray Mert ise, "gönül rızasıyla verseler, zorlamaya gerek kalmazdı" demiş. İyi ama işte o "zorlama" yepyeni sorunlar, hatta facialar üretiyor. Kolhozlar, gulaglar veya "büyük ileri atılım"lar gibi tüm komünist "zorlama" deneyleri, 20. yüzyıl boyunca 100 milyondan fazla insanın hayatına mal oldu. Ayakta kalan bir-iki komünist kalıntı ise, Kuzey Kore'de olduğu gibi, yurttaşlarına sefalet yaşatıyor. Daha neyi ne kadar zorlayacaksınız?
Sosyalistlerin tüm bu verme-alma tartışmasında içine düştükleri kritik bir yanılgı, ekonomiyi bir "sıfır toplam oyunu" sanmaları, yani bir adamın kazancının mutlaka diğerinin kaybı anlamına geleceğini varsaymalarıdır. Dikkatlerini sadece "zenginliğin paylaşılması"na teksif etmelerinin sebebi budur. Oysa "yeni zenginliklerin üretilmesi" (veya “pastanın büyütülmesi”) diye de bir süreç vardır. Kurak bir tarlaya sulama sistemi getiren bir girişimci, hem kâr eder, hem de tarlanın sahibine kâr ettirir. Çünkü yepyeni bir zenginlik üretmiş, ilahi dinlere göre "insanın hizmetine verilmiş" olan Yerküre'nin kaynaklarının daha verimli kullanılmasını sağlamıştır.
Geçtiğimiz yüzyılın tecrübesi bize gösteriyor ki, söz konusu verimlilik artışını sağlayan, yani yeni zenginlikler yaratan girişimciler, ancak "serbest piyasa"nın özgürlükçü rekabetinde ortaya çıkıyorlar. Rekabetin ortadan kalktığı, devletin her şeye egemen olduğu sosyalist düzenlerde ise, girişimcilik ve yaratıcılık ruhu ölüyor. Bir başka deyişle, siyasi ve fikri alanda olduğu gibi ekonomik alanda da özgürlük, gelişme sağlıyor.
Bu özgürlüğün nasıl kullanılacağı ise, ahlaki bir sorun. İngiliz tarihçi Lord Acton'ın ünlü bir lafı var: “Özgürlük, canının istediğini yapabilme fırsatı değil, yapman gerekeni yapabilme gücüdür” diye. Bir toplumun özgürlük kavramını böyle anlaması içinse, elbette öncelikle “ne yapması gerektiği” konusunda ona yol gösteren ahlaki değerlere ihtiyacı var. İslam bu değerleri en iyi şekilde verdiğine göre, Müslüman entelektüelin önünde mesele “düzen değişikliği” değil, toplumsal ahlak olmalı.
Nuray Mert'in bu ikinci meseledeki yaklaşımlarını çoğunlukla isabet buluyor, örneğin Türk dizilerinin “cipli erkekleri” ve onlara âşık olan iktidar-perest kadınları hakkındaki eleştirilerine aynen katılıyorum. Evet, Türk toplumu sığ bir kültürel materyalizm ve hedonizm (“hazcılık”) akımının etkisi altında. Ama bunlar sanıldığının aksine “kapitalizm”in ayrılmaz birer parçası değil. Öyle sanmak, her toplumsal sorunu “insanlık dışı kapitalizme” bağlamak, Ülgener'in ifadesiyle, “çağımız aydınına, başı sıkıştıkça kabahati götürüp boynuna dolayacağı bir suçlu” kazandırır ve rahatlık sağlar. Ama yanıltıcıdır.