Papa Geldi, Ezberleri Sarstı
[2 Aralık 2006 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Papa XVI. Benedict'in Türkiye ziyareti beklenenden çok daha olumlu geçti. Hemen herkes, sorunsuz yürüyen ve karşılıklı jestlerle bezenen, özellikle de Papa'nın cami ziyareti ile taçlanan gezinin, Türkiye için çok olumlu bir tanıtım olduğunu belirtiyor. Bu, doğru. Bir diğer önemli nokta ise, bu ziyaret sayesinde bazı ezberlerin ve klişelerin de sarsılması.
Bu ezberlerden biri, Batı-İslam ilişkileriyle ilgili. Bu ilişkilerin 90'lı yıllardan bu yana gerildiği, “medeniyetler çatışması”nın uğursuz rüzgarlarının esmekte olduğu herkesin malumu. Ama buna karşı ne yapmak lazım? Türkiye'deki muhafazakar kesimde iki farklı eğilimin varlığını görüyoruz: Birincisi, “Batı İslam'a savaş açtı, biz de savaş baltalarını çıkaralım” diyenler. İkincisi, “Batı'da İslam'la savaşmak isteyenler var, ama sağduyulu insanlar da var, çözüm diyalog ve uzlaşmada” diye düşünenler.
Siyasi alanda kabaca bir sınıflama yapmak gerekirse Saadet Partisi ve BBP, birinci kategoriye dahil gibi duruyor. AK Parti liderliği, ikinci çizgiyi savunuyor. Toplumsal alanda da birinci çizgiye Haydar Baş gibi İslamcı/milliyetçi figürleri, ikinci kategoriye Fethullah Gülen gibi barışçı dini liderleri koymak mümkün.
Papa'nın ziyareti ise bizlere birinci çizginin yanlış, ötekisinin haklı olduğunu gösterdi. XIV. Benedict, İslam hakkındaki haksız sözleriyle taciz ettiği Müslümanlarla barışma niyetinde olduğunu açıkça ortaya koydu. Hem gezi boyunca sarf ettiği olumlu sözler, hem Ayasofya'da gösterdiği hassasiyet, hem de camide İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı ile saf tutması - ki sayın Çağrıcı, Papa'nın Regensburg konuşmasını eleştiren “38 Müslüman Liderden Papa'ya Açık Mektup”a imza koymuştu - anlamlıydı.
Papa'nın bu olumlu tavrını mümkün kılan ve teşvik eden de, kuşkusuz, başta Sayın Başbakan'ın sıcak karşılaması olmak üzere, Türk makamlarından gördüğü hüsn-ü kabuldü. Kısacası “İslam'a ve Türkiye'ye olumsuz bakanlara karşı dostça yaklaşarak onları kazanmak gerekir” diyenler haklı çıktı.
Ekümenik Patrikhane
Papa'ya her şeye rağmen kızmaya devam edenlerin sadece “öfkeli İslamcılar” değil aynı zamanda “öfkeli laikler” arasından da çıkması, altı çizilmesi gereken bir başka nokta. Bu cenahtaki tepki, dini değil ulusalcı kaygılardan geliyor. Bunların en önemlisi de Patrikhane'nin kendisini “Ekümenik” olarak tanımlaması ve Papa'nın da bu terimi kullanması.
Bu konuda aslında gereksiz bir kör dövüşü yaşanıyor Türkiye'de. Bu hafta CNN'deki Tarafsız Bölge programında meseleyi ilk kez sağlıklı bir şekilde tartışabildik: Ben, “ekümenik” (evrensel) sıfatının dini bir terim olarak hiç bir sakıncası olmadığını, bir kilisenin elbette kendini istediği gibi tanımlayabileceğini söyledim. Türkiye'nin kaygılarının terimin bazı muhtemel siyasi sonuçlarından doğduğunu, bu konuda Patrikhane'nin açıklayıcı olması gerektiğini ekledim. Programda bulunan Patrikhane yetkisili Peder Dositheous Anağnostopulos ise terimin hiç bir siyasi anlam içermediğini ve öyle bir sonuç doğurmayacağını detaylı biçimde anlattı. Bu mesaja kulak vermek ve problemi “diyalog” yoluyla çözmek gerek.
Sezer ve Din Özgürsüzlüğü
Papa gezisinin içindeki en traji-komik hikaye ise, Cumhurbaşkanı Sezer'in iki günlük performansıydı. Papa'yı gezisinin ilk gününde kabul eden Sayın Sezer, onun "dini özgürlükler" problemine dikkat çekmesi üzerine, "Türkiye laik bir ülkedir ve dolayısıyla burada dini özgürlük vardır" diye kestirip attı. Ama aynı Sezer - adeta kötü bir şaka gibi - ertesi gün Türkiye'deki azınlık vakıflarına (ve de Müslüman çoğunluğun kurduğu ve kurabileceği vakıflara) daha fazla özgürlük getirecek olan yeni yasayı veto etti. Sezer'in endişesi, "Bu vakıfların, amaç ve etkinlikleri doğrultusunda giderek gelişmelerine ve etkinliğini artırmalarına imkan tanınmış" olmasıydı... Bir başka deyişle, daha önce de açıkça "dinin toplumda güçlenmesi önlenmelidir" diyen Sayın Cumhurbaşkanı, bu "tehlike"ye karşı "önleyici baskı" doktrinini bir kez daha hayata geçirmiş oluyordu.
Bu enteresan tablo, "Türkiye laik bir ülkedir ve dolayısıyla burada dini özgürlük vardır" sözünün aslında gerçeği yansıtmadığını gösteriyor. Çünkü zaten laiklik tek başına özgürlük getiren bir ilke değildir. Sovyetler Birliği, Kızıl Çin, Kızıl Khmer Kamboçyası, Kuzey Kore gibi alabildiğine laik rejimler, örneğin, özgürlük değil despotizm abideleridir. Bir rejimin hem laik hem de özgürlükçü olabilmesi için, demokratik olması, yani halka hesap vermeyen bürokratlar (yahut “Büyük Serdümen”ler) tarafından değil, onlara hesap veren siyasetçiler tarafından yönetilmesi gerekir.
Türkiye'nin sorunu da zaten burada. Ve bu yüzden, bir önceki Genel Kurmay Başkanı Sayın Hilmi Özkök'ün dediği gibi, Türkiye'nin en çok ihtiyacı olan şey daha fazla demokrasi...