Türkçe Yazılar

Misyonerler, Ulusalcılar, Haçlılar Ve Haçsızlar

İstanbul'da bir kiliseTürkiye'de uzunca bir süredir "misyoner tehlikesi"nden söz ediliyor. Bu "tehlike"yi dillerinden düşürmeyenler, Hıristiyan dinini kabul eden vatandaşlarımız yüzünden ulusal kimliğimizin eriyeceğini, böyle giderse yakın gelecekte "emperyalistlere" boyun eğeceğimizi ileri sürüyorlar. Bu endişeyi paylaşmayan, hatta bir de üstüne üstlük Hıristiyanlara dostça yaklaşıp onlarla "diyalog" kuranları ise "hain" diye suçluyorlar. Bu suçlamaya bizzat hedef olmuş birisi olarak, tüm bu "misyoner alarmı"nı ciddiye almadığımı, çünkü fikri altyapısını hiç ama hiç benimsemediğimi belirtmeliyim. Bunun belki de en önemli nedeni, "misyoner tehlikesi"ni dillerine dolayanların önemli bir kısmının, İslami duyarlılıklarından çok kaba milliyetçilikleri ile dikkat çeken gruplar ve bireylerden oluşması. Hatta bazılarının İslam'la hiç bir ilgisi yok; aralarında ateistler bile var. Bu durumda kuşkusuz sormak gerekiyor: Acaba İslami kaygı taşıdıklarına dair hiç bir inandırıcı gerekçe olmayan bu çevreler, neden bir tür "anti-Haçlı seferi" başlatmış durumdalar? 'Ulusal Kimlik' Uğruna Kanımca bu sorunun cevabı sözkonusu çevrelerin İslamiyet'i "Türk kültürün önemli bir parçası ve Türk devletinin bekasının bir gereği" olarak görmeleri. Bir Türk'ün İslam yerine Hıristiyanlığa geçmesi, onlar için ulusal kimlikte bir aşınma anlamına geliyor. Ve buna tepki duyuyorlar. Oysa İslamiyet'in varlık amacı, herhangi bir ulusun veya ulus-devletin dünyevi amaçlarına hizmet etmek değildir. İslamiyet, bunlardan çok daha evrensel, sonsuz ve kutsal bir Hakikat'in ifadesidir. Bu dine "kültürümüzün önemli bir parçası" olduğu için değil, Allah'ın tüm insanlara gösterdiği doğru yol olduğu için inanmak gerekir. Din, dünyevi yapılara hizmet etmek için var değildir; belki dünyevi yapılar dine hizmet etmek için var olabilirler. Aksini düşünmek, çok sorunlu bir din algısının göstergesidir. Nitekim böyle düşünenlerin din algısının çok sorunlu olduğunu, bizzat İslamiyet'e yönelik yaklaşımlarında da görmek mümkündür. Temel problemleri "devletin ve milletin bekası" olan bu çevreler, İslamiyet'in ancak bu amaca hizmet edecek biçimde yorumlanmış halini kabul eder, daha farklı İslam yorumlarından hiç hazzetmezler. Örneğin İslamiyet'in millet ve soy bağlarını aşan evrensel mesajından rahatsız olurlar. En uç örneğini Nihal Atsız'ın "İslam beynelmilelliği" hakkındaki öfkeli yorumlarında görebileceğimiz bu yaklaşım, dinin siyasi bir amaç için kullanılmasını, bu amaca uymayan kısımlarının da "törpülenmesi"ni öngörür. Bunları söylemekle, devletin ve milletin bekasının önemsiz ve değersiz kavramlar olduğunu ima etmiyorum. Aksine bir Türk olarak, Türk devleti ve milletinin devamı ve yükselmesi kuşkusuz benim de idealimdir. Ancak buradaki püf nokta, devletin nasıl bir devlet olarak devam etmesi gerektiğidir. Vatandaşlarının nasıl bir inanca ve kültüre sahip olması gerektiğine karar veren, "bu topluma İslam lazımdır, ama onun da fazlası zarar, azı karardır" diye toplum mühendisliği yapan bir devlet, otoriter bir devlettir. İdeal olan, Türk devletinin otoriter değil demokratik bir devlet olarak baki kalmasıdır. Demokratik bir devlet, vatandaşlarının inancını ve dünya görüşünü belirlemeye kalkmaz; aksine onların inancı ve dünya görüşüne saygı gösterir ve hatta kendini bunlara adapte eder. Çünkü vatandaş devlet için değil, devlet vatandaş için vardır. Vatandaş isterse koyu dindar bir Müslüman, isterse pek dindar olmayan bir Müslüman, isterse de "Mesih inanlısı" bir Hıristiyan olabilir. Ateist de olabilir. Devlet, tüm bu farklı vatandaşlara saygı göstermeli, onlara eşit şekilde hizmet etmeli, meşruiyetini de sadece bu misyonundan almalıdır. Ruhban Okulu ve Ekümenik Patrikhane Kanımca dindar bir Müslümana düşen toplumsal rol ise, otoriter devleti değil demokratik devleti savunmaktır. Eğer "Hıristiyanlaşma tehlikesi"nden korkup da otoriter devleti "yardıma" çağırırsanız, devletin dine istediği gibi müdahale etmesini meşrulaştırmış olursunuz ve bu müdahale bir gün gelir sizi de vurur. Örneğin Heybeliada Ruhban Okulu'nun kapalı kalmasına veya Ekümenik Patrikhane'nin söz konusu "ekümenik" (evrensel) sıfatını kullanmasına izin verilmeyişine alkış tutan Müslümanlar, bence tam da böyle bir yanılgı içindedirler. Ruhban Okulu elbette açılmalı, Patrikhane elbette kendini istediği gibi tanımlayabilmelidir. Bunlar birer "din özgürlüğü" problemidir ve her dindar, her şartta, din özgürlüğünü savunmalıdır, devlet despotizmini değil. (Kaldı ki Osmanlı geleneği de Ehl-i Kitab'a ibadet ve dini eğitim özgürlüğü vermenin bir "boyun borcu" olduğunu hatırlatmaktadır bize.) Aynı şekilde misyonerler de misyonerlik yapabilmeli, yani dinlerini yayabilmeli, İncil dağıtabilmeli, serbestçe kilise kurabilmelidirler. Bu, Müslümanların misyonerlik olgusuna karşı duyarsız kalmaları gerektiği anlamına gelmez. Aksine, misyonerlerin mesaj ulaştırdığı kitlelere İslamiyet'in doğruluğu anlatılmalı, Kuran'ın "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır" hükmü uyarınca (Nahl, 125) "İslami misyonerlik" yapılmalıdır. Ancak Hıristiyanlığı yaymaya çalışanlara karşı "devleti yardıma çağırmak" veya, daha da kötüsü, onlara karşı saldırılar düzenlemek, gayrı-İslami ve gayrı-insanidir. Unutmamak gerekir ki o insanlar da doğru olduğuna inandıkları bir mesajı yaymaya çalışmaktadırlar. İncillerde, dönemin Yahudi din adamlarından bazılarının Hz. İsa'yı öldürtebilmek için Roma valisi Pilatus'u yardıma çağırdıkları ve hatta "Sezar'dan başka kralımız yok" diyerek ona ve Roma'ya dalkavukluk ettikleri anlatılır. Hiç bir Müslüman böylesi bir zihniyeti kendine yakıştırmamalıdır. Dahası, "Sezar"ın, kendi otoriter yönetimini korumak için "misyoner tehlikesi" paranoyasını körükleyip, Müslümanlara "Sezar'dan başka kralımız yok" dedirtme çabasına da "gelmemeli"dirler. Etyen Mahçupyan "Çılgın Türklerin Trajedisi" başlıklı bir yazısında, tam da buna dikkat çekmiş, Türkiye'de yükselmekte olan saldırgan milliyetçiliğin İslami söylemler kullanmasına dair şu isabetli teşhiste bulunmuştu:
"Görünen amaç dindar kesimin milliyetçi projeye bağlanmasıdır. Çünkü Türkiye'deki milliyetçiliğin hedefi AB ve Batı karşıtlığı üzerinden ülkenin içe kapanıp otoritaryanizm altında tutulması iken, dindar kesim AKP'nin açtığı yoldan dünyayla bütünleşmeye gidiyor. Bu gidişin engellenmesi dindarların da milliyetçileşmesi ile mümkün ve onları tahrik edecek şey de tabii ki misyonerlik faaliyetleri."
Diyalog Meselesi Hıristiyanlara ve misyonerlere yönelik tüm bu ulusalcı tepkilerin yanında, bir de dindar Müslümanların sadece dini nedenlerle duyduğu bir tepki de var. Bu, daha anlaşılır bir tepki, ancak bunu da masaya yatırmak gerek. Öncelikle bu dini tepkinin de içine ulusalcılık karışıp karışmadığına dikkat etmek lazım. Bu konuda bir "zihin muhasebesi" yapmak isteyenler, "Hıristiyanlaşma"ya verdikleri tepkiyi, ondan yüzlerce kat daha güçlü bir akım olan "dinsizleşme"ye de verip vermedikleri sorusu üzerinde düşünebilirler. Örneğin sokakta İncil dağıtılmasına içerleyen Müslümanlar, kültürel ve bilimsel materyalizmin her gün ve her yerde çığırından çıkmış biçimde pompalanmasına karşı ne yapmaktadırlar? Ulusalcı proje için "ateist ama milliyetçi bir Türk" gayet olumlu bir profil olabilir; oysa bir Müslüman, gayrı milli bir Ehl-i Kitabı kendine pekala daha yakın bulabilir. Ancak kuşkusuz bir Müslüman, Müslüman bir toplumda doğmuş insanların din değiştirip Hıristiyanlığı seçmelerini dilemez. Bunda da haklıdır. Dahası, yukarıda belirttiğim gibi, böylesi bir eğilime karşı İslam'ı daha etkili bir biçimde savunma ve anlatma işine girişmelidir. "Misyoner tehlikesi"nden dem vuran Müslümanlarla sanırım salt bu noktada anlaşabiliriz. Fakat "diyalog" kavramına olan tepkilerinde anlaşamayacağız. Çünkü dinler arası diyaloğun meşruiyetine ve dahası gerekliliğine inanıyorum. Bugüne dek bu çerçevede düzenlenen pek çok toplantıya, konferansa, panele katıldım. Hiç birinde diyalog yürüttüğü için İslam'ı terk eden Müslüman görmedim. Ama İslam hakkında daha olumlu bir kanaat edinen çok gayrımüslim gördüm. İslami konulardaki derinliğine kimsenin bir şey diyemeyeceği Prof. Hayreddin Karaman'ın da diyalog çalışmalarının bu yöndeki yararı konusunda önemli yorumları olmuştu, tavsiye ederim. "Diyalog" kavramını "misyoner oyunu" sanan Müslümanların ikide bir "falanca Vatikan belgesinde Müslümanların diyalog yoluyla Hıristiyanlaştırılmasından söz ediliyor" gibi itirazlar sunmalarının ise kanımca pek bir anlamı yok. Hıristiyanlar elbette isteyecekler Müslümanları Hıristiyan yapmayı. Sanki başka inanç ve felsefeler Müslümanlara kendilerini empoze etmiyorlar mı? Televizyonu açtığınız anda "dünya oyun alanınız, keyfini çıkarın" diyen "hedonist" reklamlarla karşılaşmıyor musunuz? Bunları görünce televizyonunuzu çöpe atıp, MTV'ye veya Hollywood'a savaş mı açıyorsunuz ki, "kilise" denince savaş baltalarına sarılıyorsunuz? Sözkonusu hedonist, materyalist, sekülerist propagandanın yanında Vatikan'ınkinin esamesi bile okunmaz. Dahası, "kutsalsız bir dünya, Tanrısız bir mutluluk" vaad eden söz bu modern kültür karşısında Müslümanlar ile Hıristiyan ve Yahudi dindarlar aslında aynı saftadırlar. Sorun, Haçlı Değil Haçsız Avrupa Bu son işaret ettiğim nokta, daha önce de çeşitli yazılarımda belirttiğim bir gerçeğin altını çizmektedir: Bugün Müslümanların sorunu, "Haçlı Avrupa"dan çok, "Haçsız Avrupa" iledir. Zaten Avrupa aşırı derecede sekülerize olmuş bir kıtadır ve Polonya gibi bazı istisnai ülkeler dışında dindarlık zayıf, din karşıtlığı ise hayli güçlüdür. Müslümanların Avrupa'da karşılaştıkları kültürel sorunların kaynağı ise dindar Avrupa'dan çok söz konusu seküler - bir deyişle "Haçsız" - Avrupa'dır. Örneğin Fransa'daki devlet liselerinde - üniversitelerde veya özel liselerde değil, sadece devlet liselerinde - uygulanan türban yasağına karşı Müslümanları destekleyenler, Hıristiyan ve Yahudi din adamları olmuştur. Hz. Muhammed'i tasvir eden saygısız karikatürler üzerinde doğan krizde de, başta Vatikan olmak üzere tüm önde gelen Hıristiyan otoriteler ve pek çok Yahudi din adamı Müslümanların yanında yer almış, karikatürleri kınamışlardır. Papa XVI. Benedict'e yakın bir Katolik teolog olan Peter Kreeft Ecumenical Jihad adlı kitabında, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin materyalizme karşı ortak bir "cihad" yürütmeleri gerektiğini savunurken, başka dindarlar tarafından da paylaşılan bir fikri dile getirmiş olur. Peki ama bir Müslüman, materyalizme karşı birlikte "ekümenik cihad" yürütebileceği Hıristiyanlık ve Yahudilik'e nasıl bakmalıdır? Tümüyle sapkın, batıl inançlar olarak mı? "Diyalog" kavramını duyunca alarma geçen Müslümanlar bu soruya "elbette" cevabını veriyor ve bu iki dinin sapmışlığına dair bir takım argümanlar sıralıyorlar. Bu iki dine mensup inananların da kurtuluşa erebileceği ve Müslümanların onlarla sadece tevhid (Allah'ın birliği) üzerinde ittifak edebileceği fikrine de şiddetle saldırıyorlar. İyi ama bu fikirlerin kaynağı doğrudan Kur'an-ı Kerim. Daha önce de "Kur'an, Hadisler ve İslami Çoğulculuk" başlıklı yazımda belirttiğim gibi, Kuran'da her kim "Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve salih amellerde bulunursa" kurtuluşa ereceği bildirilmekte, (Bakara, 62) Müslümanlara ise şu emredilmektedir:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim..." (Ali İmran, 64)
Bu ayetten çıkması gereken mesaj, İslam'ın terk edilebilirliği değil, Yahudi veya Hıristiyan olarak yetişmiş insanların dinlerini terk etmeksizin tevhide çağrılabilirliğidir. Site yorumcularımızdan Nuri Bey'in isabetle söylediği gibi, "bir Müslümana, 'Müslüman olmana gerek yok Hıristiyan olabilirsin' demek başka, Teslis'e inanan birine 'tamam Hıristiyanlığında ısrar et ama bari Allah'a ortak koşma, O'nun birliği teslim et' demek bambaşkadır." Kendisine buna benzer bir yorum getirdiğim bir Müslüman dostum, bana "iyi ama bu mesaj İslam için siyaseten iyi değildir" demişti. Ben de "iyi ama teoloji siyasetten önemlidir, Allah'ın rahmetini siyasi hesaplara göre sınırlayamayız" demiştim. Hala öyle düşünüyorum. Aslında bence tüm bu tartışmadaki temel problem, dinin ne için var olduğudur. Din, katıksız bir biçimde sadece Allah için var ise, O'na inanan herkesi kucaklar. Eğer şu veya bu siyasi amaca, gruba, cemaate veya "Sezar'a" hizmet etmek için kullanılıyorsa, o zaman başka inananları tekfir etmeye başlar. Çoğulculuğu, ancak kendinizi tek doğru olarak kabul ettirme hırsından vazgeçmişseniz kabul edebilirsiniz. Ve eğer çoğulculuktan nefret ediyorsanız, din anlayışınızı ve niyetinizi oturup baştan düşünmenin vakti gelmiş demektedir.
All for Joomla All for Webmasters