Bira Baskını Ve Küpe Dayağına Kınama
[17 Nisan 2006 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde bira içip halay çeken bir grup öğrenci, sopalı ve bıçaklı bir saldırının hedefi olmuş. Gazi Üniversitesi'nde ise bir erkek öğrenci saçı uzun olduğu ve küpe taktığı için dövülmüş.
Türkiye'de bu gibi "hizaya getirme" saldırıları sık sık yaşanır. Ortaokulda saçınızın azıcık uzun olması durumunda kulağınıza yapışan çatık kaşlı müdür ve muavinlerden, üniversite kampüslerinde atılan meydan dayaklarına kadar uzanan geniş bir yelpazede, "zibidi" addedilen gençlere hadleri bildirilir. Başörtüsü yasağı gibi despot laiklik uygulamalarına ne denli karşıysam, bu gibi "sağcı despotizm" örneklerine de o kadar karşıyım.
Tabii bu sağcı despotizm örneklerinin İslami kesimden ziyade kendisini "ülkücü" olarak tanımlayan kesimden kaynaklandığını hemen belirtmek gerek. Misyoner avcılığı ve kilise düşmanlığı konusunda da ön safta gidenler, mütedeyyinler değil, "ülkücüler"dir. Ama kanımca İslami kesimin de bu konuda biraz daha ilkeli bir tavır alması ve "herkes için hürriyet" prensibini savunduğunu göstermesi gerekiyor. Türkiye'de isteyen başına türban takabilmeli, isteyen kulağına küpe. Dindarların ibadetine de saygı duyulmalı, ötekilerin içki içme özgürlüğüne de.
Dindarların "içki içme özgürlüğünü" kabul etmesi ise, içki içmeyi doğru bulmaları gerektiğini anlamına gelmez. Aksine, içkinin (ve İslami açıdan günah kabul edilen diğer şeylerin) kötülüğünü, zararlarını anlatmak için sivil toplum girişimleri başlatılabilir. Bilinçlendirici kampanyalar düzenlenebilir. Sokak sokak gezilip broşürler dağıtılabilir. Tüm bunların bir "zorlama" değil de "bilinçlendirme" mantığıyla yapılması ise çok önemlidir. Çünkü zaten İslami açıdan değerli olan, insanların kendi rızaları ile günahtan vazgeçmelidir. Siz onları zorla vazgeçirmeye çalışırsanız, büyük olasılıkla tepki yaratır ve onları doğru bulduğunuz noktanın tam aksi yönüne doğru iterseniz. Eğer zorlamanıza boyun eğseler bile, bunun bir değeri olmaz. Dindarlığın ancak gönüllü olanı makbuldür.
Aynı şekilde eğer ülkücü camianın mensupları da uzun saçlı, küpeli gençler ve onların Avrupai yaşam tarzı nedeniyle Türk örf ve adetlerinin erimekte olduğundan endişe ediyorlarsa, bu örf ve adetleri canlı tutmak ve güçlendirmek için yayınlar yapmalı, kültürel etkinlikler düzenlemeliler. Türk değerleri olarak kabul ettikleri kavramları, tehdit ve şiddet yoluyla değil, “halkla ilişkiler” yöntemiyle topluma benimsetmeye çalışmalılar. Hem belki bu süreç içinde kendileri de görürler ki, çağımız için en gerekli “Türk değerleri” hoşgörü, çoğulculuk ve demokrasidir. Çünkü ancak bunlar giderek daha da çeşitlenip renklenen toplumumuzu bir arada tutabilir.
Ne yazık ki Türkiye bu temel özgürlük prensiplerine hala uzak duruyor. Oysa Osmanlı'da bile daha pozitif örnekler vardı. 1792'de Reisülküttap Raşit Efendi, İstanbul'da bazı Fransızların şapkalarına devrim sembolü kokartlar taktıklarını bildirerek bunun yasaklanmasını isteyen Avusturya elçilik baş tercümanlarına, "Başlarına üzüm küfesi giyseler niçün giydiniz demek Devlet-i Aliyye'nin vazifesi değildir" cevabını vermişti. Bugün de Türkiye'de insanların başlarına ne giydiklerini veya genel olarak nasıl bir yaşam biçimi seçtiklerini denetlemek, devletin, "laikçilerin" veya "ülkücülerin" vazifesi değil. Bir anlasalar...