"Askerler açlıktan, pislikten ve hastalıktan ölüyorlar. Çoğunun ayakkabısı ve çorabı bile yok, giysileri birer paçavra."Lewy'nin verdiği rakamlara göre, Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı'nda cephede 244 bin asker kaybediyor. Buna ilave olarak, 68 bin kadar asker de, doğru-düzgün tıbbi müdahale ve yardım olmadığı için, cephe sonrasında yaraları yüzünden can veriyor. Dahası, yarım milyon Müslüman sivil de hastalık ve açlıktan ölüyor. Tüm bunlara bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğu'nun, "cephede ölen/cephe gerisinde ölen" oranlamasında, savaşa giren ülkeler arasında en kötü durumda olduğu ortaya çıkıyor. Kısacası I. Dünya Savaşı, Osmanlı ahalisinin tümünü vurmuş bir felaket ve Ermeniler de bundan paylarını almış durumdalar. Sistemli imha politikası yoktu Tehcirin aslında "imha etme" amacı taşıdığını savunan Ermenilerin vurguladığı bir nokta, sürülenlerin çetin bir coğrafyaya yaya olarak gönderilmiş olmaları. Ancak Lewy, bunda bir kasıt olmadığını, çünkü o dönemde Doğu Anadolu'da zaten başka bir ulaşım imkanının pek bulunmadığını söylüyor. Dahası, şöyle diyor:
"Doğu Anadolu'da zaten demiryolu yoktu. Başka yerlerde ise, Bağdat demiryolunun asker ve mühimmat taşımaktan dolayı son derece dolu olmasına karşın, sürülen Ermenilerin tren bileti almalarına izin verildi ve söylece sürgün sürecinin zorluklarının bir kısmından kurtarılmış oldular. Eğer amaç, sıkça ileri sürüldüğü gibi, sürülenleri ölene kadar yürütmek ise, neden bu ceza hepsine uygulanmadı?"Ele alınması gereken bir diğer soru da, sürülen Ermenilerin yol boyunca uğradıkları saldırılar. Özellikle de daha önceden Ermeni çetelerinin saldırılarına uğramış olan yerel Kürt ahalinin ve Kürtler arasında kurulu olan Hamidiye Alayları'nın Ermeni kafilelerini vurdukları biliniyor. Ancak Lewy, bunun Osmanlı hükümeti tarafından planlanan sistemli bir katliam olmadığını, daha ziyade yerel düzeyde geliştiğini vurgulayarak şöyle diyor:
"Ermeni nüfusunun başına gelenlerde farklılıklar vardı. Sürgünlerin çoğu kendi başlarının çaresine bakmak zorunda bırakılır ve çoğunlukla da açlıktan ölürken, bazılarına şurada veya burada yemek verildi. Kafilelerin yanında giden bazı jandarmalar onları Kürtlere bıraktı ve yağmalanıp öldürülmelerine izin verdi, ama bazı jandarmalar da göçürülenleri korudu. Bazı yerlerde tüm Ermeniler sürüldü, bazı yerlerde Protestan ve Katolik Ermenilere dokunulmadı (sadece Gregoryen Ermeniler göçürüldü). Göçürülenlerin bazıları vardıkları yerlerdeki zor şartlara isyan ettiler, ama bazıları kendilerini işlevsel zanaatkarlar ve tüccarlar olarak kabul ettirip hayatta kaldılar.... Hem uygulamada hem de sonuçta ortaya çıkan tüm bu farklılıkları, toplu imhaya yönelik bir program olduğu fikriyle bağdaştırmak zor gözüküyor."İnsancıl bir göç hedeflendi Guenter Lewy, tüm bunlara ve daha pek çok tarihsel kanıt, anı ve dokümana dayanarak, Osmanlı hükümetinin tehcir kararını Ermenileri yok etmek için değil, Doğu Anadolu cephesini korumak için aldığı sonucuna varıyor. Dahası, hükümetin aslında tehcir sırasında yaşanan Ermeni katliamlarını ve insani trajediyi engellemek için çaba gösterdiğini belirterek şöyle diyor: "Dokümanter kanıtların işaret ettiği, Osmanlı hükümetinin düzenli bir sürgün işlemi yürütmek istemiş olduğudur. Hatta görece olarak insancıl bir sürgündür bu; pek çok resmi emirde sürülenlerin korunması ve onlara merhametli muamele edilmesi istenmiştir." Kısacası Lewy'e göre trajedinin nedeni, imparatorluğun zaten perişan durumda olması, Anadolu'yu vuran kıtlık ve salgın hastalıklar ve bir de daha önceden Ermeni çetelerinin vahşetine maruz kalmış yerel ahalinin intikam hissiyle gerçekleştirdiği saldırı ve yağmalardır. Bu sonuncu unsur, Ziya Gökalp'in 1919 yılında İngilizlerin İstanbul'da kurdurduğu mahkemedeki yorumunda da geçer. Gökalp'e göre yaşanan "kıtal" yani öldürme değil, "mukatele" yani karşılıklı öldürüşmedir. Türkiye için şans Gökalp'in açıklamasının aradan neredeyse bir yüzyıl sonra Bernard Lewis ve Guenter Lewy gibi saygın Batılı akademisyenler tarafından paylaşılıyor olması ise, Türkiye için bir şans. Türkiye'nin bu şansı iyi kullanması, soykırım iddiasına karşı "hiç bir şey olmadı" demek yerine, Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı büyük trajediyi kabul etmesi, hatta acılarını paylaşması, ama bu olayın gerçek tablosunu akademik bir ciddiyet ve medyatik bir etkiyle bir ortaya koyması gerekiyor. Hiç gerekmeyen, hatta kesinlikle kaçınılması gereken ise "düşünce polisi" gibi davranmak: Farklı görüşler ileri sürenleri yargılamak, konferanslarını yasaklamak veya yumurta yağmuruna tutmak... Eğer bunlarda ısrar edersek, tartışmada haksız duruma düştüğümüz gibi, "barbar Türkler" imajını da bizzat kendi elimizle gerçeğe dönüştürmüş oluruz. Türkiye, bundan daha iyisini hak ediyor.