Türkiye'nin Ahlak Krizi
Türkiye iki haftadır Malatya'daki Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yurdunda yaşanan rezaleti tartışıyor. Küçücük çocukları kafalarını tokuşturarak, terliklerle vurarak döven, aşırı sıcak suyla yıkayıp yakan zalim "bakıcılar"dan daha da kötü olan ise, televizyonlarda gördüklerimizin buzdağının sadece su üstündeki kısmı olması.
Bu gibi "esirgeme" kurumlarında yaşanan alçaklıkların, sadece şidettle sınırlı kalmadığı, cinsel taciz ve tecavüzlere kadar uzandığı da, mesele biraz deşildikçe ortaya çıkıyor. Taha Akyol, Malatya Sosyal Hizmetler İl Müdürü'nün, kendini savunurken, "Livatalar yaşanmış bir yurdu devraldım" dediğine işaret etmiş. Bu, erkek çocuklara tecavüz demek... Devletin "esirgeme" kurumlarında...
Eğer daha önce hiç böyle şeyler duymamış, görmemiş olsaydık, şaşırabilirdik. Ama, hayır. Bu gibi olaylar, biz Türkler için ucu-bucağı olmayan bir toplumsal skandallar zincirine yeni bir halka olarak ekleniyor. Bürokraside, siyasette, iş dünyasında, emniyette, toplumun hemen her köşesinde bir takım dolapların sürekli dönmekte olduğunu, savunmasız insanların ezildiğini ve "zalim"lerin at oynattığını zaten herkes adı gibi bildiği için, artık bu tip şeyler "sıradan vaka" olarak karşılanıyor.
Türkiye'nin en büyük sorunlarından biri, bu çürümüşlüktür. Ahlaksızlığın "sıradan vaka" haline gelmiş olmasıdır. Eğer bir isim vermek gerekirse, durumun adı "ahlak krizi"dir.
Bu kriz, suç niteliği taşıyan dayak ve tecavüzlerle, yolsuzluklarla, kirli ilişkilerle de sınırlı değildir. Bunlar göze batanlardır. Milyonlarca insanın açlık sınırında yaşadığı bu ülkede, akıl almaz paralar harcayarak "çılgınca eğlenen" ve bunu yaparken harcadığı paranın binde birini bile gidip de bir yoksula vermeye yanaşmayacak adamlar ve kadınlar da ahlaksızdır.
Ahlaksızlığı görmek için kırmızı ışıkta beklerken etrafınıza bakmanız bile yetebilir: Camları silerek bir kaç kuruş kazanmaya çalışan çıplak ayaklı küçük çocuklara pahalı arabasından köpüren, böylece yanındaki "sarışın"a gösteriş yaptığını düşünen (ve o "sarışın" da çoğu kez aynı düzeyde olduğu için bunu başaran) adamlar görebilirsiniz. Ahlaksızlığın cisimleşmiş halidir onlar. Bu "düzey"deki adam, bürokrat olsa yolsuzluk yapar, "bakıcı" olsa çocuk döver.
Bütün bunlar bilinmiyor da değil. Ama çözümü bilinmiyor. Sadece "kınanıyor". İkide bir "etik değerler çok önemli doğrusu" diye konuşmak ise fayda etmiyor.
Doğru Olanı Tercih Etmek
Öncelikle, ahlakın ne olduğunu anlamak gerek. Ahlak, bir insanın, herhangi bir durumda çıkarlarıyla çatışsa bile "doğru olanı" tercih etmesidir. Bunu niye yapsın ki, diye sorabilirsiniz. Bunu severek yapmalıdır, çünkü doğru olanı yapmanın insana verdiği benzersiz bir "vicdani tatmin" vardır. Otobüs koltuğunda rahatça oturmak varken, yaşlı bir bayana yer vermek gibi. Koltukta oturmak daha konforludur elbette; ama ahlak sahibi iseniz, doğru olanı yapıp ayakta kalmakta daha büyük bir "konfor" bulursunuz. Onun adı "vicdan rahatlığı"dır.
İşte ahlak, bu vicdan rahatlığı arayışıyla ortaya çıkar. İnsanlar, vicdanlarına başvurdukları sürece ahlaklı olurlar. Ama tabii bir toplumda "vicdan" kavramı değerini yitirmişse, "out" olmuşsa, köşeyi dönmek ve gününü gün etmek revaçta ise, ortaya ahlak krizi çıkar.
Bunun elbette toplumu yönlendiren "kanaat önderleri"yle yakından ilişkisi vardır. Eğer insanları "ekonomik hayvan" olduklarına inandırırsanız, onlar da öyle davranırlar. Beyinlerini "televole kültürü" ile yıkarsanız, mutlu olmanın yolunun "doğru olmak"tan değil "zengin olmak"tan geçtiğine inandırırsanız onları, onlar da artık "doğru olmaya" ihtiyaç duymazlar.
Beyin yıkamak derken bir komplodan değil, toplumsal bir bilinç kaymasından söz ediyorum. Bunu görmek de zor değil. 60'lı ve 70'li yıllarda çevrilen Türk filmlerini hatırlayın; rüşvet yemeyen, yalan söylemeyen, fedakarlıkta bulunan, haksızlığa uğrasa da doğru bildiğinden vazgeçmeyen insan tipleri vardı o dönemin Yeşilçam ürünlerinde... Bir de şimdiki "sit-kom"ları izleyin; bütün gün birbirine laf yetiştiren, doğrudan çok yalan söyleyen, gösteriş yapıp "hava atmayı" yaşam amacı haline getirmiş tipler göreceksiniz. Dürüstlük, yardımseverlik, kanaatkarlık gibi ahlaki erdemlerin "demode" sayıldığı bir cinnet hali var ekranlarda... Ve elbette toplumda da...
Ahlakın temelini oluşturacak kavramlar bir kez bu şekilde yok olduktan sonra, istediğiniz kadar "iş etiği", "yaşam etiği" edebiyatı yapın, bir işe yaramaz. Sadece "gösteriş" amaçlı bir ahlak elde edersiniz. Yani insanlar, doğru olanı yapmak için değil, yapıyor görünmek için motive olurlar. O zaman da, "kamuoyu önünde" çok "ilkeli" davranan, sonra da her türlü gizli-kapaklı yolsuzluğu, hırsızlığı, haksızlığı yapan vatandaşlarınız ve hatta devlet büyükleriniz olur. Ya da müfettişleri görünce hazırola geçen, ama başka zamanlarda elleri altındaki küçücük çocukları acımasızca döven "bakıcılarınız"...
Dinin Anlamının Kayması
Peki bu ahlak krizi nasıl çözülür? Yok olan ahlak, yeniden üretilir mi?
Bu konuda fikir üreten sosyal bilimcilerin hemen hepsi, ahlakın dinle yakın ilişkisi olduğunu söyleyecektir size. Çünkü insanların "doğru olanı yapmaya" inanmaları için mutlak doğrulara inanmaları gerekir, ki bu da genellikle dinden gelir. Dolayısıyla da toplumsal ahlakın en önemli kaynağı, dindir.
Ama ne yazık ki, Türkiye'de bu kaynak biraz kesilmiş durumdadır. Çünkü din üzerine harcanan zihinsel efor; kimin başörtüsünü nasıl bağladığı, nerede bağlayıp nerede bağlayamayacağı, ya da bunun rejimimizi tehdit edip etmediği gibi kısır tartışmalara indirgenmiştir. Öte yandan, bu gibi ceberrut baskılardan kurtulup da rahat nefes alma imkanını hiç bir zaman bulamayan din, "açılım" imkanı da bulamış; bin yıldır değişmeden bugüne taşınan, dolayısıyla çağdaş hayatı kavrayıp yorumlamakta zorlanan bir gelenekle örtülüp donuklaştırılmıştır. Bu donukluğu açma iddiasındaki "İslami hareket" ise fazlaca politize olmuş, dinin asıl konuları olan iman ve ahlak yerine "nizam değişikliği" rüyasına ağırlık vermiş, toplumda hayır işleri yapmak yerine miting düzenleyip kuklalar veya bayraklar yakmayı tercih edegelmiştir.
O nedenle Batı dünyasında Kiliseler ve diğer dini kurumlar olağanüstü yardım ve hayırseverlik faaliyetleri yürütürken, Türkiye'de bu yöndeki dini çabalar cılız kalmaktadır.
Türkiye'nin seküler insanlarının çoğu ise, ahlaklarını dayandırabilecekleri mutlak bir "değerler zinciri" bulmakta zorlanmaktadır. Dinle ilgileri yoktur; ama "seküler ahlak" diye bir şey vardır ve çoğu bundan da habersizdir. "Modernleşme" denince lüks arabaya binmeyi ve Fransız peyniri yemeyi anladıkları için, modern Batı dünyasının insan hakları ve etik değerler konusundaki vurgu ve hassasiyetinden çok uzaktırlar.
Kısacası Türkiye, sosyalist entellektüel Ömer Laçiner'in deyişiyle, "ne Doğu'nun ne de Batı'nın namusunu yaşar" hale gelmiştir.
Sorunun çözümü de, toplumun "biz neyiz, niye varız, nasıl yaşamalıyız" gibi temel soruları baştan ele almasında yatmaktadır. Bunlar, ilk başta "televole kültürü" kadar eğlenceli durmayabilirler; ama ondan çok daha doyurucu ve kurtarıcıdırlar.