Cumhuriyeti Yaşatmak, 'Kutsal Görevimiz' Mi?
[29 Ekim 2005 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
Son günlerde İstanbul'da araba kullananlar otobanların üzerinde görkemlice uzanan şu cümleyi fark etmiş olmalılar: "En kutsal görevimiz, Cumhuriyet'i yaşatmaktır."
Bu cümleyi içeren dev afişlerin Cumhuriyet Bayramı'nı idrak ettiğimiz günlere daha bir anlam katmak için asıldığı belli. Bu bayramın önemine ise denebilecek hiç bir şey yok; aksine hepimize alabildiğine kutlu olsun. Ama Cumhuriyet'i yaşatmanın tüm vatandaşlara "en kutsal görev" olarak belirlenip ilan edilmesi üzerine biraz düşünmekte yarar var.
Belki bu belirleme 1920'li veya 30'lu yıllar için yerinde ve hatta gerekliydi; ama günümüzün çok renkli toplumuna pek uymuyor. Cumhuriyet'in vatandaşları binbir türlü farklı dünya görüşüne sahip ve hepsinin kendine göre farklı "kutsal görev" tanımları olabilir -- veya hiç olmayabilir de.
Örneğin dindar bir Müslüman için hayattaki en kutsal görev, şu veya bu "siyasi antite"yi yaşatmak değil, Allah'a ibadet etmektir. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir vatandaş "emekçi sınıfını" sömürüden kurtarmayı; hümanizmi ağır basan bir diğeri tüm insanlığın ortak mutluluğuna hizmet etmeyi kutsal görev sayabilir. Bu durum, bu insanların Cumhuriyet'i sevmedikleri veya onu yaşatmak istemedikleri anlamına da gelmez. Sadece bunu "en kutsal görev" saymadıkları anlamına gelir.
Bazı okurlar "canım bunda bu kadar büyütecek ne var, kast edilen Cumhuriyet'e sahip çıkmak, tabi ki bunu her vatandaş yapmalı" diyebilir. Ancak mesele o kadar basit değil. Çünkü siyasi mesajların altında, siyasi anlayışlar yatıyor.
"En kutsal görevimiz, Cumhuriyet'i yaşatmaktır" mesajının altında yatan anlayışa göre, devletin vatandaşları için kutsal amaçlar ve dünya görüşleri belirleme hakkı var. Böyle olunca da, devletin, belirlediği amaçlara ve görüşlere inanmayan vatandaşları "tehdit" olarak algılaması kaçınılmaz. Nitekim eskiden beri öyle yapıyor; o vatandaşları takip ediyor, fişliyor, gerektiğinde de bir şekilde hadlerini bildiriyor.
İşin garip tarafı, bunun aslında devlet için de zararlı olması. Çünkü "iyi vatandaş" olmanın çıtasını çok yüksek tutan -- kendisinin "kutsallığı" üzerine kurulu bir ideolojiyi benimsemeye bağlayan -- devlet, kendi tabanını daraltmış oluyor.
Vatandaşlar Devlet İçin Değil, Devlet Vatandaşlar İçin Var
Aslında Türkiye son yıllarda hızlanan demokratikleşme süreci ile, bu otoriter devlet anlayışından önemli ölçüde uzaklaştı. Ama daha gidilecek çok yol var. Bu yolun en önemli zihinsel dönemeci ise, devlet ile vatandaş arasındaki ilişkiyi doğru tarif etmek. Vatandaşlara, "ey tebaam, sizin en kutsal göreviniz beni yaşatmaktır" diyen bir Cumhuriyet yerine, onlara özgürlük, hukuk ve hizmet veren ve böylece rızalarını kazanan bir Cumhuriyet anlayışının yerleşmesi gerekiyor. Anlamamız gereken, vatandaşların devlet için değil, devletin vatandaşlar için var olduğu. Ve vatandaşların kendi kutsallarını belirleme hakkına sahip oldukları...
Bu dönüşüm, Cumhuriyet'in bekası için de gerekli. Eğer vatandaşlara "kutsal görev" yerine güven verilirse; örneğin ödedikleri vergilerin siyasetçi-bürokrat-mafya kumpaslarıyla hortumlanmadığını; bu vergilerle maaşları ödenen bazı polislerin işkence ve kötü muameleyi adet haline getirmediğini; aynı vergilerle inşa edilen Çocuk Esirgeme Kurumları'nda sadistlerin kol gezmediğini; veya milletin temsilcisi olan TBMM'nin bir takım atanmışlarca by-pass edilmediğini bilirlerse; kısacası "devlet" denen o ucu-bucağı bilinmeyen dev mekanizmanın gerçekten de şeffaf ve hukuka bağlı olduğuna kanaat getirirlerse, Cumhuriyet'in ayakları yere çok daha sağlam basacaktır.
Belki o zaman sokaklarımızdaki bayram afişleri de değişebilir. Örneğin, "En kutsal görevimiz Cumhuriyet'i yaşatmaktır" yerine şöyle denebilir: "Cumhuriyet'in en kutsal görevi vatandaşlarını mutlu yaşatmaktır".