AKP Neden Anti-Amerikan Olsun Ki?
[14 Haziran 2005 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı.]
Pek çok yorumcu, 'tabandaki anti-Amerikanizm'i verili ve dahası tutarlı bir durum olarak ele alıp sonra da AKP liderliğine 'ne yapalım, siyaset böyle, duyarlılıklarınızı bir kenara bırakın' diyor. Oysa belki de "durun bir dakika, neden Müslümanlar anti-Amerikan olsunlar ki" diye sormak daha doğru. Gelin, bunu sorup üzerinde birlikte düşünelim.
Başbakan Erdoğan'ın ABD Başkanı Bush ile görüşmesi, son haftalarda medyamızın ilgi odağı. Bu konuda sıkça yapılan yorumların biri ise, "AKP liderliğinin tabanındaki anti-Amerikanizm ile reel politikanın gerekleri arasında sıkıştığı" yönünde.
Pek çok yorumcu, 'tabandaki anti-Amerikanizm'i verili ve dahası tutarlı bir durum olarak ele alıp sonra da AKP liderliğine 'ne yapalım, siyaset böyle, duyarlılıklarınızı bir kenara bırakın' diyor. Oysa belki de "durun bir dakika, neden Müslümanlar anti-Amerikan olsunlar ki" diye sormak daha doğru. Gelin, bunu sorup üzerinde birlikte düşünelim.
Muhafazakârlığın yolu nereden geçiyor?
Malum, AKP kendisini 'muhafazakâr' bir siyasi parti olarak tanımlıyor.
Bazılarına göre, bu, 'Müslüman demokrat' demenin başka bir yolu. Her durumda sonuçta AKP, dini ve ahlaki değerlere önem verip saygı gösteren demokratik bir siyaset gütmeyi hedeflemiş oluyor.
Acaba bu, Atatürk'ün 'muasır medeniyet' hedefine aykırı mıdır? Hayır, değildir. Daha doğrusu, 'muasır medeniyet'e giden yolların en azından birine aykırı değildir. O yol, kökenleri İngiltere'de atılan, en gürbüz meyvesini de ABD'de vermiş olan 'Anglosakson modernleşmesi'nin yoludur. Bu modernleşme anlayışı, dini düşman saymaz, aksine toplumu güçlendiren, demokrasiyi güvence altına alan, bireylere karakter kazandıran önemli erdemlerin kaynağı olarak görür.
Bunun karşısında ise bir de doğum yeri Fransa olan ve oradan dalga dalga kıta Avrupa'sına yayılmış, 19. yüzyılın sonlarından itibaren bize de bulaşmış bir başka 'muasır medeniyet' yolu daha vardır.
En büyük özelliklerinden biri dinle çatışmak, dini toplumdan kazımak için çabalarken 'akıl' temelli yepyeni bir kültür ve ahlak inşa etmeye çalışmaktır.
Amerikalı tarihçi Gertrude Himmelfarb'ın geçen yaz yayımlanan 'The Roads to Modernity: The British, French, and American Enlightenments' (Moderniteye Giden Farklı Yollar: İngiliz, Fransız ve Amerikan Aydınlanmaları) adlı kitabı, tam da söz konusu iki farklı 'muasır medeniyet' yolunu anlatır. Bayan Himmelfarb'a göre muhafazakâr ve dinle barışık olan Anglosakson yolu, toplumsal barış, siyasi istikrar ve maddi ilerleme sağlarken, devrimci ve din karşıtı Fransız yolunun ürünleri iç çalkantılar, kanlı darbeler ve giyotine verilmiş kurbanlardır. Ekonomik durağanlık da cabası...
Bu tablo karşısında 'muhafazakâr' kimliğinin içini doldurmaya çalışacak AKP'nin, ne yöne gitmesi, kimi 'model ülke' seçmesi gerektiği bellidir.
ABD-Avrupa farkı
Zaten sayın Başbakan'ın eşinin ve çocuklarının, Fransız ekolünce inşa edilmiş olan Türk 'kamusal alanı'na ayak basamaz veya Türk üniversitelerinde okuyamaz iken, ABD'de özgürlük ve saygı bulmaları da yeterince açıklayıcı değil midir?
Durum bu iken, AKP'ye yakın bazı kalemlerin Avrupa'ya sempatik bakarken 'Amerikanizm' karşısında tehlike çanları çalmaları biraz çelişkili duruyor.
Oysa muhafazakâr (bir diğer ifadeyle dindar) bir zihnin, Amerika'ya ilgili ancak Avrupa'ya çekinceli durması beklenir. Bunun nedeni de gayet açıktır: Bugün ABD dünyanın en dindar toplularından biri, Avrupa ise sekülerizasyonun, yani dinden uzaklaşmanın kalesidir.
"Tanrı'nın verdiği haklar"
Hatırlarsak Avrupalılar AB Anayasası'nda 'Tanrı' kelimesinin geçmesine asla yanaşmamışlardı. Oysa ABD'nin kurucu metinleri 'Yaratıcı'ya yapılan atıflarla doludur. Amerikan Bağımsız Bildirgesi'ne göre insanlar 'çiğnenemez haklara' sahiptirler, çünkü bu hakları Tanrı vermiştir.
Metinler arasındaki bu fark, toplumlar arasındaki uçurumun bir yansımasıdır. Atlantik'in bir yakasında ibadethaneler dolu ve coşkulu iken, öteki ya-kasında boş ve sessizdir. Muhafazakâr Amerikalıların 'Eski Avrupa'dan pek hoşlanmamalarının en önemli nedeni de budur zaten. (Bu muhafakârların 'seküler Avrupa'ya yönelttiği eleştiri oklarını izlemek isteyenler, Katolik teolog George Weigel'in geçtiğimiz aylarda yayımlanan 'The Cube and the Cathedral' adlı kitabına bakabilir.)
Dinin 'terakkiye mani' olmadığını, bunu bir türlü anlamayan yerli Jakobenlere bir yüzyıldır anlatmaya çalışan Türk muhafazakârları için, hangi kültürün daha takdire değer olduğu açık değil midir?
Irak ve Suriye
Denebilir ki, "AKP evreni içindeki anti-Amerikanizm'in böyle felsefi meselelerle ilgisi yok, dış politikayla alakalı." O zaman bir de dış politikaya bakalım.
Malum, bu konudaki fırtına, Irak yüzünden koptu. Bu konuda ABD'ye gösterilen tepkinin haklı gerekçeleri vardı kuşkusuz: Savaşın en büyük gerekçesi olan kitle imha silahları argümanı boş çıktı. Dahası başta Ebu Garib Cezaevi'ndeki rezaletler olmak üzere, bir dizi feci insan hakkı ihlali yaşandı. Felluce'de ve başka yerlerde masum siviller bombaların hedefi oldu. Bütün bunları aklı başında bir şekilde eleştirmek son derece haklı ve dahası yararlı olurdu. Ama Ankara'dan gelen bazı tepkilerin üslubu pek öyle olmadı; aksine '100 bin ölü', 'kimyasal silah', 'soykırım' gibi asılsız suçlamalar yöneltildi. Dahası, Irak seçimleri gibi, savaşı şiddetle eleştirenlerin çoğu tarafından da alkışlanan önemli bir gelişme, Türkiye'de buz gibi karşılandı.
Irak Kürtlerinin durumu
Son unsur, Ankara'nın Irak rahatsızlığının oradaki 'insani durumdan' değil de, 'demokratik durum'dan kaynaklandığı gibi garip bir sonuç ortaya çıkarıyordu. Bunun nedeni de söz konusu 'demokratik durum' içinde Iraklı Kürtlerin büyük bir pay ve role kavuşmasıydı. Türkiye'nin Kürt meselesini, Kürt vatandaş-ları mutlu ederek değil de sindirerek, sınır ötesi Kürtlere de tehditler savurarak çözeceğini zanneden 'koyu milliyetçi ortodoksi', bundan büyük rahatsızlık duydu.
Kısacası, Cengiz Çandar'ın da işaret ettiği gibi, Türkiye'de son bir-iki yılda hızla yükselen 'Amerikan düşmanlığı'nın altında aslında önemli ölçüde 'Kürt düşmanlığı' yatıyordu. Halen de yatıyor.
Ama AKP'nin bu çizgiyi benimsemesine, Etyen Mahçupyan'ın deyişiyle, "İttihatçı kadroların siyasetini sanki kendi tercihiymiş gibi üstlenip taşımasına" hiç gerek yok. Aksine AKP'den beklenen, Kıbrıs'ta başardığı açılımı Irak'ta da yineleyerek, Türkiye'yi korkuyla beslenen tabulardan, kırmızı çizgilerle çizilen kalıplardan kurtarması.
Öte yandan bugün Irak'ta Sünniler bile demokratik sürece katılmaya başlamış ve kelle kesip cami bombalayan 'direnişçiler'in asıl olarak demokrasiye direndikleri ayan-beyan ortaya çıkmışken, Irak üzerinden anti-Amerikanizm yapmanın muhafazakâr bir gerekçesi de kalmamış durumda.
Baas rejimi ve PKK
Peki şu günlerin sıcak konusu olan Suriye? AKP'nin komşu Suriye'nin Müslüman halkına sempatiyle bakması çok yerinde. Ancak halk ile rejimi ayırmak gerekiyor.
Nusayri azınlığa dayalı Baas rejiminin Suriye'deki Sünni Müslümanlara yaptığı zulmü bilmeyen yok. Bu rejim 1982 yılında Hama kentini yerle bir edip 20 binden fazla Müslümanı katletti. PKK'ya onyıllarca yataklık etti. Bu rejimi demokratikleşmeye zorlayan uluslararası baskıya karşı Şam'a destek vermenin ne gibi bir muhafazakâr gerekçesi olabilir, Müslümanlıkla Baasçılık nasıl uyuşabilir ki?
Anti-Amerikanizm'in gerçek sahipleri
Aslında problem, İslami kalemlerin bir kısmındaki solcu eğilimden kaynaklanıyor. Batı'dan İslam dünyasına akan sekülerizasyon seli karşısında bir tepki geliştirmek isteyen Müslüman aydınların bazıları, 60'lı yıllardan itibaren Marksizm'e ilgi duydular ve Marksist-Leninist dünya şablonunu bir ölçüde benimsediler. Lenin'in kurguladığı bir teorinin adı olan 'emperyalizm' işte bu nedenle İslami jargonun önemli bir unsuru halinde bugün.
ABD'ye bakışta da söz konusu solcu gözlük, bazı muhafazakârların perspektifini bozuyor. ABD ne yaparsa, 'emperyalist' olduğu için ve o şekilde yapar diye düşünüyorlar.
Oysa ki bu ülke 1990'lı yıllarda Bosnalı ve Kosovalı Müslümanları Sırp katliamından kurtarmıştı; bu da 'emperyalizm' miydi?
Muhafazakârların bazıları ise, aslında kendilerine tümüyle yabancı bir ideoloji olan aşırı milliyetçilikten etkilenip 'Türk'ün Türk'ten başka dostu yok' sanıyorlar.
Oysa bu gibi ideolojik gözlükleri bir kenara bırakıp ABD'yi gerçekten anlamaya çalışmalı, yanlışlarını eleştirirken doğrularını da teslim etmeliler. Anti-Amerikanizm'i ise gerçek sahiplerine bırakmalılar: İşçi Partililere, Kızılelmacılara veya yerli Jakobenlere...
[14 Haziran 2005 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı.]