Brüksel'e Devam, Ama Washington'ı Unutmayalım
[18 Aralık 2004 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Önümüzdeki yıllar boyunca belli ki gündemimiz AB ile dolu olacak. Ancak bunu yaparken, Atlantik'in öteki yakasındaki müttefikimizi hiç bir zaman unutmamak gerekiyor. Çünkü o müttefik, yani ABD, aslında hem AB'den daha önemli ve güçlü hem de biz Türkler'e pek çok yönden daha çok benziyor.
17 Aralık'taki "tarihi zirve", Avrupa Birliği'ne tam üyeliğe giden yolun kapılarını bize açtı. Bu, tüm Türkiye'yi dönüştürecek ve zaten de dönüştürmekte olan çok büyük bir süreç. Bu süreçte Türkiye'nin liderliğini, daha önceki herhangi bir hükümetten çok daha başarılı bir şekilde yürüten AKP yönetimini samimiyetle kutlamak gerekiyor.
Önümüzdeki yıllar boyunca belli ki gündemimiz AB ile dolu olacak. Ancak bunu yaparken, Atlantik'in öteki yakasındaki müttefikimizi hiç bir zaman unutmamak gerekiyor. Çünkü o müttefik, yani ABD, aslında hem AB'den daha önemli ve güçlü hem de biz Türkler'e pek çok yönden daha çok benziyor.
Önce güç yönüne bakalım. Bundan bir kaç ay önce İstanbul'daki toplantıda ünlü tarihçimiz Kemal Karpat, "Avrupa Birliği güçten değil, zaaftan doğmuş bir birliktir" demiş ve Avrupa'nın giderek zayıfladığına dikkat çekmişti. Gerçekten de yaşlı kıta, aslında "düşüşte" olan bir medeniyet. Nüfus problemi, bunun en açık göstergesi. Kıtadaki ülkelerin büyük çoğunluğunda, giderek yaşlanan bir nüfus var. Evlilikler azaldığı, evlenenler de pek az çocuk yaptığı için, Avrupa'yı 21. yüzyılda taşıyacak güçlü bir yeni nesil oluşmuyor. Bu nedenle Avrupa ülkeleri sürekli olarak dışardan göç almak durumda. Çoğu İslam dünyasından ve özellikle de fakir ülkelerden gelen göçmenler ise, kıtanın asıl sahiplerinden çok daha hızlı çoğalıyorlar.
Bunun uzun vadeli sonuçları konusundaki en çarpıcı tahmini, geçtiğimiz yaz ünlü Amerikalı tarihçi Bernard Lewis yaptı. Lewis "Avrupa, 21. yüzyılın sonunda Müslüman çoğunluklu bir nüfusa sahip olacak ve Arap-Mağrip dünyasının bir parçası haline gelecek" diyerek büyük bir tartışma başlattı. Bu kehanet abartılı olsa da, "Avrupalı beyaz adam"ın giderek zayıflayan varlığına işaret ediyor.
"Avrupalı beyaz adam"ın asıl sorunu, yaşama sevincini büyük ölçüde yitirmiş olması. Gülay Göktürk geçtiğimiz günlerde Tercüman'da yayınlanan nefis yazısında buna işaret ederek "kıtanın üzerindeki ölü toprağı"ndan şöyle söz ediyordu:
"Ben ortalama Avrupalıda, aynı sosyo-kültürel düzeydeki Türklere kıyasla, dikkat çeken bir zihin tutukluğu, bir enerji tutukluğu, yaratıcılık tutukluğu, coşku tutukluğu gözlemliyorum. Kimi zaman, çözümü bize çok basit gelen bir sorunu çözmek için kan ter içinde kalışlarına tanık oluyor, kimi zaman bizi anlamakta gösterdikleri yetersizliğe; rakamlara ve istatistiklere tapışlarına ama onları mekanik yorumlayışlarına; olguları, öğrendikleri üç beş şemadan birinin içine oturtmaya çabalayışlarına, eğer hiçbirine oturtamıyorlarsa paniğe kapılışlarına bakıyor ve şaşıyorum."
Amerika'nın üstünde ise böylesi bir "ölü toprağı" yok. Aksine toplumun çoğu halen son derece canlı, yaratıcı ve gürbüz. Bize daha çok benziyorlar.
Dinin ve ahlaki değerlerin toplumdaki rolü konusunda da Amerika ile Türkiye birbirine daha yakın. Dünkü İngiliz The Guardian gazetesinde yazan Martin Woollacott, Avrupa'da homoseksüel ilişkilerin çok normal karşılandığını belirterek "acaba Türkler buna nasıl uyum sağlayacak" diye soruyordu. ABD konu olunca, böyle bir uyum sorunu yok; çünkü homoseksüellik ve diğer ahlaki sapmalar -- evet, bu bir değer yargısı -- orada da toplumun büyük bölümü tarafından onaylanmıyor.
Dış politikaya gelince, Avrupa'nın Irak Savaşı'nda ortaya çıkan "barışseverliği“ çoğumuz için cazip gözüküyor. Evet, ABD'nin Irak işgali, meşruiyetten yoksun bir savaş. Ancak biraz geriye gidip 90'lı yıllara dönersek, Avrupa pasifizminin o kadar da övülesi bir şey olmadığını görebiliriz: Hatırlarsanız, Sırpların Bosna-Hersekli Müslümanlara karşı yürüttüğü acımasız etnik temizlik karşısında Avrupalılar kıllarını kıpırdatmamışlardı. Sırpları durduran en büyük etkenlerden biri ise, Bosnalıların şanlı direnişinin yanında, ABD'nin askeri gücüydü. Sırpların daha sonra Kosova'da denediği etnik temizlik de ABD'nin askeri müdahalesi ile engellendi.
Avrupa'nın "inanç ve düşünce özgürlüğü"ne gelince, bu da ABD'nin yanında sınıfta kalıyor. Jakoben Fransa'nın dini konulardaki yasakları, ABD'de yok. Fransa'da "Ermeni soykırımı yoktur" demek bile suç. Bu cümleyi söylediği için Fransa'da kendisine ceza verilen Bernard Lewis, aynı şeyi Amerika'da onyıllardır söylüyor.
Özetle, coğrafi konumlarının aksine, Washington bize Brüksel'den daha yakın. Bu nedenle, coğrafi konum yüzünden Brüksel'e doğru yürürken, Washington'ı hiç göz ardı etmememiz gerekiyor.