İsrail Neden Güçlü?
[15 Aralık 2004 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
İsrail'in küçüklüğüne rağmen güçlü olmasının sırlarından biri, çoğulcu demokrasisi. Ülkede en sekülerden en koyu dindarlara kadar her görüşten Yahudi'ye yaşam ve katılım hakkı sağlayan bir sistem var. İsrail, dindarlarına alabildiğine özgürlük sağladığı için, onlar da devleti seviyor ve benimsiyorlar. Başına Musevi dininin gereği olan "kippa"yı taktığı için resmi dairelere alınmayan, "kamusal alan"dan kovulan, üniversiteden atılan kimse yok. Böyle bir baskı olmadığı için, dindarlar İsrail'i kendi devletleri olarak bilip sahipleniyorlar.
----------------------
5-11 Aralık günlerini İsrail'de geçirdim. Sadece ben değil, Türkiye'nin önde gelen medya kuruluşlarından dokuz ayrı gazeteci, bu altı gün boyunca Yahudi Devleti'ni karış karış gezdik. Evsahibimiz, ABD'deki önde gelen Musevi kuruluşlarından biri olan American Jewish Committee (Amerikan Yahudi Komitesi) idi. Gezinin amacı, "genç Türk gazetecilere Israil'i tanıtmaktı"
.
Gezi amacına vardı da. İsrail'i, İsrailli gözünden görebilmek, hepimiz için önemli bir deneyimdi. Tel-Aviv ve Kudüs'teki yetkililer, entellektüeller ve din adamlarıyla uzun toplantılar yaptık. İşgal altındaki Batı Şeria'yı ve Golan Tepeleri'ni gezdik. Dahası, iki önemli Arap entellektüelle de bir araya gelerek, meselenin "Arap gözünden" nasıl gözüktüğüne dair de izlenim edindik.
Ortaya çıkan İsrail portresi, Türkiye'de alışık olduğumuz bazı düşünce kalıplarına ters düşüyordu ve o nedenle de önemliydi.
Bir Dikine Ülke
Onyılı aşkın bir süredir İsrail hakkında okur dururum. Ülkenin haritasını, oraya gitmeden çok önce de biliyordum. Ancak İsrail'in içinde gezerken, daha önce bu kadar hissetmediğim bir şeyi fark ettim: Bu ülke çok küçük! Doğduğumdan beri Türkiye'de yaşıyorum ve bugüne kadar hiç sınır çizgisi görmedim. Ama İsrail'de her nerede olursanız olun, az ötenizde Suriye, Lübnan, Ürdün veya Mısır'ın sınırı var. Bu sınırlar ile Akdeniz'in mavi suları arasında dikine uzanan daracık bir ülke burası. İşgal altıdaki Batı Şeria'yı çıkarırsanız, bazı yerde eni 15 kilometreye kadar düşüyor.
Buna bir de İsrail'in kurulduğu günden itibaren komşularıyla ya savaş ya da ateşkes durumunda olduğunu eklerseniz, ülkenin "güvenlik" kavramıyla neden bu denli özdeşleştiğini daha iyi anlıyorsunuz.
Tabi ki bu güvenlik sorununun ardında, İsrail'in büyük bir hatası da yatıyor: Yahudi Devleti, 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı'ndan bu yana, Filistinli Araplar'ın yaşadığı Batı Şeria ve Gazze'yi işgal altında tutuyor. Dahası, işgal altındaki bu topraklarda bugüne kadar pek çok "Yahudi yerleşim birimi" kurarak, bir tür "kolonileştirme" siyaseti güttü. Bunun yanlış bir politika olduğunu, İsrail'in işgal altındaki bölgelerden çekilmesi gerektiğini, artık fanatikler dışında hemen herkes kabul ediyor. İsrail'in en şahin siyasetçilerinden biri olan Başbakan Ariel Şaron'un Gazze Şeridi'nden çekilme kararı alması, İsrail'in işgalle birlikte yaşayamayacağının tarihsel bir itirafı aslında.
İsrail, Dinle İçiçe
İsrail'in dikkat çekici bir özelliği, dinin günlük yaşamdaki ve dahası "kamusal alan"daki görünür etkisi. İsrail tüm kanunlarını dine dayandıran bir "din devleti" olmasa da, dine önem ve değer veren bir devlet. Devletin amblemi olan yedi kollu şamdan, Yahudi dininin bir sembolü. Hemen her restoranda, hatta McDonalds'larda bile, yemeklerin "koşer", yani Yahudi dinine göre "helal" şekilde hazırlandığı belirtiliyor. Yahudi inancına göre dinlenme, dua ve ibadete ayrılması gereken Şabat günü, tüm ülkede titizlikle korunuyor. Cuma gün batımından Cumartesi gün batımına kadar süren Şabat sırasında, İsrail'in tüm resmi kurumları kapalı. Sokaklar tenha. Otellerde, özel "Şabat asansörleri" çalışıyor. (Bazı dindarlar "düğmeye basma" eylemini bile Şabat'ın ihlali olarak gördükleri için, özel Şabat asansörleri her katta tek tek duruyor. Böylece düğmeye basmanıza gerek kalmıyor.)
Zahal'ın Gücü
Bunları görünce bazı Türkler geleneksel refleksleriyle "ne fena, ülkede irtica almış başını yürümüş" diye düşünebilir. Ancak İsrail'in dinle bu kadar içiçe olmasının, salt seküler düzeyde bile, ülkeye önemli getirileri var. İsrail, dindarlarına alabildiğine özgürlük sağladığı için, onlar da devleti seviyor ve benimsiyorlar. Başına Musevi dininin gereği olan "kippa"yı taktığı için resmi dairelere alınmayan, "kamusal alan"dan kovulan, üniversiteden atılan kimse yok. Böyle bir baskı olmadığı için, dindarlar İsrail'i kendi devletleri olarak bilip sahipleniyorlar.
Bu sayede, aynen bizdeki "Peygamber Ocağı" kavramının çağrıştırageldiği gibi, İsrail ordusu da Yahudiler için dini bir değer taşıyor. Zaten İsrail ordusunu ifade etmek için kullanılan "Zahal" terimi, Tevrat'ın Tesniye kitabından alınma bir sözcük. Golan Tepeleri'nde konuşlanmış olan tank birliğinde görevli genç askerlerle konuşurken, çoğunun başında "kippa" olduğu dikkatimi çekiyor. Belli ki bu "irticai davranış"tan dolayı Zahal ile ilişkileri kesilmiyor. Öyle olduğu için de ordu tüm İsrail'in gözbebeği...
Dini kavram ve semboller, sadece orduyu değil, toplumu da motive ediyor. 6 Ekim günü SELAH adlı toplumsal dayanışma örgütünün Tel-Aviv'deki merkezine gidiyoruz. Bu kuruluş, terör saldırılarına hedef olan İsraillilerin yardımına koşuyor. İntihar saldırılarında yaralanan, sakat kalan İsrailliler, SELAH'ta çalışan gönüllüler tarafından her açıdan destekleniyor. SELAH, "İsrail Kriz Yönetim Merkezi" kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor. Ancak kelimenin tek başına da bir anlamı var: İbranice'de Selah "kaya" demek ve Tevrat'ta şöyle geçiyor: "Tanrım, kayamdır, O'na sığınırım."
İsrail'in Neden Anayasası Yok?
İsrail'in Anayasası yok. Bunun nedeni, ülkedeki farklı grupların üzerinde anlaşabileceği bir anayasa metninin bugüne kadar oluşturulamamış olması. Bu ise, paradoksal gibi gözüken bir biçimde, aslında ülkenin ne kadar çoğulcu bir demokrasi olduğunu gösteriyor.
İsrail'in çoğulcu demokrasisi içinde her renk mevcut: Tümüyle seküler Yahudiler, seküler bir anayasa istiyorlar. Dindar Yahudiler, muhafazakar bir anayasa hedefindeler. Dindarların en koyu kanadı olarak kabul edilen, siyah takımları, fört şapkaları ve uzun zülüfleri ile hemen dikkat çeken "ultra-ortodoks" Yahudiler ise, Yahudi Şeriatı'ndan başka bir kanun tanımayacaklarını ilan etmiş durumdalar. İsrail devleti, bu farklı kesimlerin tümüne hoşgörü gösteren, zaten onların oluşturduğu bir koalisyon sayılabilecek çoğulcu bir devlet.
İsrail'i Tanımayan Yahudiler
Ülkedeki çoğulculuğun sınırları o kadar geniş ki, İsrail devleti, kendisini tanımayı reddeden en ultra-ortodoks grupları bile tanıyor ve sayıyor. Bir "Yahudi Devleti"nin ancak Tanrı tarafından gönderilecek Mesih geldiğinde kurulabileceğine inanan bu "köktendinciler", mevcut İsrail devletini seküler ve dolayısıyla gayrımeşru bir proje olarak görüyorlar. Bu görüşün temsilcisi olan Neturei Karta, New York Times gazetesinde yayınlanan "İsrail'in Meşruiyeti Yoktur" başlıklı büyük ilanları ve Filistin direnişine verdiği destek ile tanınıyor. İşin ilginç yanı, İsrail hükümeti, kendisini tanımayan bu gibi Yahudilere karışmıyor ve Kudüs'teki mutaassıp mahallelerinde yaşamalarına, devlet hizmetlerinden yararlanmalarına izin veriyor.
İsrail'in Arapları
İsrail'in çoğulcu yapısında içinde, sayıları 1 milyonu bulan İsrailli Araplar da var. Bu Araplar, bizim "Filistinliler" dediğimizde kast ettiğimiz, işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde yaşayan Araplar değil.
Bu ayrım, 1948 yılında, İsrail'in "Kurtuluş Savaşı" sırasında ortaya çıkmıştı. O zaman İsrail sınırları içinde kalan Arapların bazıları, çatışmadan kaçarak mülteci durumuna düşmüşler, bazıları ise İsrail yönetiminde yaşamayı kabul ederek evlerinde kalmışlardı. İşte bu ikinci grup, bugün hala İsrail'de yaşıyor ve durumlarından da memnun gözüküyorlar. Orduya kabul edilmiyorlar, ama bunun dışında İsrail'in Yahudi vatandaşlarıyla aynı haklara sahipler. Oy verebiliyorlar ve nitekim İsrail parlamentosu Knesset'te temsilcileri var.
7 Aralık günü, sözkonusu İsrailli Arapların kurduğu El-Kasımi Akademisi adlı okula gittik. Okuldaki öğrencilerin tamamı ve öğretmenlerin çoğu Arap'tı. Bir kaç Yahudi öğretmen de vardı. Kız öğrencilerin çoğu başörtülü, bazılarının ise başı açıktı. Anlaşılan başörtülü Müslüman kadınlar, "Yahudi Devleti"nde, Türkiye'de bulabileceklerinden daha fazla özgürlük buluyorlar. Hayli ironik ve düşündürücü bir durum...
İsrail'deki Türkiye
Türkiye'den İsrail'e göçmüş olan Museviler, orada etkili bir cemaat kurmuş durumdalar. "Türkiyeliler Birliği" adlı faal bir kuruluşları da var. Bu kuruluşun yöneticileri ile birlikte yediğimiz yemekte, masadaki zarif hanımefendilerden biri, kendilerine İsrail'de, "siz Türkiyeliler ne kadar kültürlüsünüz, giyinmeyi, oturup-kalkmayı herkesten iyi biliyorsunuz" dendiğini anlatıyor. İsrail'in Türkiyelileri birikimli oldukları kadar da vefalılar. Türkiye lehine önemli bir lobi faaliyeti yürütüyor, bu konuda Türkiye'nin Tel-Aviv Büyükelçiliği ile koordineli olarak hareket ediyorlar. Konuştuğumuz günkü hedefleri, Fransa'nın Türkiye karşıtı demeçleri ile dikkat çeken (ve anne tarafından Musevi olan) yeni yıldızı Sarkozy'i biraz yumuşatabilmekti. Umarım başarılı olurlar.
İçte İyi, Dışta Sorunlu
Vardığım sonuç şu: İsrail, pek çok yönden örnek alınabilecek bir toplumsal çoğulculuğa ve demokrasiye sahip bir ülke. "Jakoben" gelenekten hayli uzak ve bu sayede geleneksel değerlerle demokrasinin uyumunu sağlamış durumda. Ancak ülkenin bu olumlu özellikleri, dış politikasındaki sertlikle, özellikle de 1967'den bu yana süren işgali ile uyuşmuyor.
Eğer İsrail bu işgali bir an önce sona erdirir, Batı Şeria ve Gazze'de bağımsız, özgür ve müreffeh bir Filistin Devleti kurulmasına izin verir ve destek olursa, hem kendisininin hem de bölgenin en büyük sorununu çözmüş olacak. İsrail o zaman Tevrat'ta vaadedildiği gibi "uluslar üzerine bir ışık" olabilir. Şu anki haliyle, o ışık, Gazze'yi vuran füzelerin ya da İsrail askerlerinin kurşunlarına hedef olan masum çocukların cansız bedenlerinde boğuluyor.
Öte yandan bölgeye barış gelmesi için, İsrail kadar Filistin tarafına düşen sorumluluklar da var kuşkusuz. İsrailli sivillere yönelik korkunç şiddeti durdurmak, bunların başında geliyor. İsrail'de görüştüğümüz hemen herkesin umudu, Filistin'in yeni lider adayı Mahmud Abbas'ın bunu başarmasıydı. Meselenin bu öteki yönünü, bir başka yazıda inceleyelim...