Filistin Davası
[23 Kasım 2004 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Denebilir ki, eğer Filistinliler terör yerine Gandhi'nin Hindistan'da yaptığı gibi "sivil itaatsizlik" yolunu seçselerdi, çok daha iyi olurdu. Evet, bence de çok iyi olurdu, ama şartlar pek çok yönden farklıydı. Ne ortada bir Gandhi vardı ne de İsrail işgali, Hindistan'daki İngiliz yönetimi gibi "kibar"dı.
Yaser Arafat'ın cansız bedenini taşıyan helikopter Ramallah'a indiğinde, onu bekleyen onbinlerce Filistinli, "Canımız, kanımız sana feda olsun Ebu Ammar" diye haykırıyordu. Arafat ölmüş, ama Filistin davası arkasında kalmıştı.
Peki ama Filistin davası ne? Ne kadarını biliyoruz?
Aslında bu "dava"nın kökeni, Ortaoğu'da değil Avrupa'dadır. Yaşlı kıtanın eski hastalığı olan Yahudi düşmanlığı 19. yüzyılda bir kez daha alevlendiğinde, bazı Yahudiler çareyi "azınlık" statüsünden kurtulmakta görmüşlerdi. Onlara göre çözüm, Yahudileri tek başına bağımsız bir millet olarak yaşatacak bir "Yahudi devleti"ydi.
Peki bu devlet nerede kurulacaktı? Bazı Yahudi entellektüeller Madagaskar gibi fantastik öneriler getirseler de, Hz. Musa'ya vaad edilen kutsal diyar Filistin ile olan tarihi bağlar, ağır bastı. 20. yüzyılın başında, kurulacak Yahudi devletinin adresi belirlenmişti: Filistin.
I. Dünya Savaşı'na kadar Osmanlı yönetiminde olan Filistin'de Yahudiler zaten serbestçe yaşayıp ibadet edebiliyorlardı; ama tabii bir "Yahudi Devleti" mümkün değildi. Savaşın sonunda Filistin İngiliz sömürgesi olduğunda, Avrupa'dan buraya Yahudi göçü başladı. Çünkü İngiltere hükümeti, 1917'de "Filistin'de bir Yahudi vatanı kurulmasına" yeşil ışık yakmıştı.
Altı Gün'ün Mirası
II. Dünya Savaşı'nda Nazilerin uyguladığı ve 6 milyon Yahudi'nin yaşamına mal olan korkunç soykırım, bu mazlum halkın bir devlete sahip olma talebini daha da haklı kıldı. Ve İsrail 1948'de kuruldu.
Hemen ardından Araplarla yaşanan ilk savaş sonucunda, İsrailliler Filistin'in yaklaşık dörtte üçünü elde ettiler. Filistinli Araplar'ın payına, Doğu Kudüs'ü de içeren Batı Şeria ve Gazze Şeridi kaldı.
Eğer "harita" o şekilde kalsaydı, Filistin sorunu bu denli tırmanmayacak, ne Filistinliler ne de İsrailliler bu kadar acı çekmeyeceklerdi. Sorun, 1967'deki Altı Gün Savaşı'nda İsrail'in tüm Batı Şeria ve Gazze'yi işgal etmesi, sonra da bu bölgelerden çekilmeyip üstüne üstlük bir de Yahudi yerleşim birimleri kurmasıyla başladı.
Ortada bir karış bile bağımsız Filistin toprağı kalmayınca, Filistinliler terörist eylemler de içeren bir kurtuluş savaşı başlattılar. Arafat da bu mücadelenin lideri oldu.
Arafat ve Gandhi?
Denebilir ki, eğer Filistinliler terör yerine Gandhi'nin Hindistan'da yaptığı gibi "sivil itaatsizlik" yolunu seçselerdi, çok daha iyi olurdu. Evet, bence de çok iyi olurdu, ama şartlar pek çok yönden farklıydı. Ne ortada bir Gandhi vardı ne de İsrail işgali, Hindistan'daki İngiliz yönetimi gibi "kibar"dı. Ve ne yazık ki Filistin davası, hem Filistin halkının hem de İsrailli sivillerin kanını dökecek şekilde gelişti.
Altı Gün Savaşı'ndan bu yana geçen dört acı onyıldan sonra, hala aklın yolu bir, çözümün formülü tektir: İsrail, Batı Şeria ve Gazze'den çekilmeli, Filistinliler başkenti Doğu Kudüs olan bir devlete sahip olmalıdır. Filistinli fanatiklerin İsrail'i yok etme hedefi ve İsrail vatandaşlarına yönelik korkunç, acımasız saldırıları da son bulmalıdır.
Arafat aslında bu çözüme yaklaşmıştı. İsrailli yorumcu Ben Dror Yemini'nin Maariv gazetesindeki köşesinde belirttiği gibi, "Arafat İsrail'in varlığını tanıyarak Arap düşüncesinde değişiklik yapmış bir adamdı". 2000 yılında Ehud Barak ve Bill Clinton'ın teklifini kabul etmeyerek hayal kırıklığı yarattı, ama kendine göre haklı nedenleri vardı. O zamandan bu yana akan kanlarda, sadece "Arafat'ın reddiyeciliği"nin değil, Ariel Şaron'un sertliğinin de rolü var.
Şimdi bunların hepsi tarih. Arafat Ramallah'taki geçici mezarında, bir gün Doğu Kudüs'e gömüleceği günü bekliyor. Umarım o gün çok geçmeden gelir ve hem Filistinliler hem de İsrailliler için sevindirici bir gün olur. Barış, her iki halkın da tek umududur çünkü...