[10 Ağustos 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Bazı okurlar, İslam’ın, kabileci cahiliye toplumundan sorumlu bireyi çekip çıkardığını savunan bir önceki yazıma “İyi ama İslam’da cemaat de var” diye itiraz etti. Tabii ki var. Hem evrensel bir cemaat olarak “ümmet” var, hem de belirli ekoller çevresinde oluşan tarikat ve cemaatler.
Benim demek istediğim, bu cemaatlerin, birey hürriyetini ve iradesini ortadan kaldıran “kollektivist” yapılar olmadığı, daha doğrusu olmaması gerektiği. Namaz kılarken oluşturduğumuz cemaatlerdeki gibi: Cemaatle namaz daha feyizlidir; Müslüman bireye daha fazla sevap kazandırması umulur. Ama Müslümanın namaz kılmak için illa cemaate ihtiyacı yoktur; dahası cemaatle saf tuttuğunda da bireysel “niyet” ve “huşu”sundan sorumludur.
Ancak, müstebit Emevi sultanlarından itibaren, bireyin özgür iradesini reddeden, dolayısıyla ona “kula kulluğu” dayatan, ve bu yolla bazı kullara mutlak iktidar sunan ekoller olmuştur. Bunların etkileri halen de sürmekte, İslam dünyasında din adına kurulan kimi otoriter yapılara gerekçe olmaktadır.
Türkiye’deki muhafazakâr mütedeyyinlerin ise, son 10-15 yıldır güçlü bir biçimde savundukları “demokrasi” ve “hak ve özgürlük” söylemlerinde tutarlı olmak için, geleneksel anlayıştaki otoriter damarları sorgulamaları faydalı olabilir. (En azından, sorgulayanları “sapıtmakla” suçlamasalar ne iyi olur.)
Kulların hakları
Dönelim birey kavramına... Son yıllarda bazı İslamcı düşünürlerimizce “İslam’da yeri yoktur” buyrulan bireyin, aslında tam aksine, İslam’ın hem ilahiyatında hem de şeriatında merkezi bir yer tuttuğu kanısındayım. İlahiyat kısmına bir önceki yazıda değindim. Gelelim şeriata.
Hem Batılıların hem de Batılılaşmış Doğuluların gözünde bir öcü haline gelmiş olan şeriat, aslında “hukukun üstünlüğü” denen siyasi değerin İslam’daki karşılığıdır. Çünkü şeriat, siyasi otoritenin emriyle ve ona hizmet etmek için değil, Kur’an ve Sünnet’e dayanan ve çoğu kez devletten bağımsız olan ulemanın eliyle gelişmiştir.Ulemanın da korumak istediği iki temel değer vardır: “Allah’ın hakları” ve “kulların hakları”. (Yani, dikkat edin, “devletin hakları” değil!)
İşte bu “kul hakları”, bugün “birey hak ve özgürlükleri” dediği şeyden çok uzak değildir. Şeriat, bunları özenle korumuş, mesela sultanların keyfi sebeplerle mal müsadere etmesine engel olmuştur. İslam’daki “vakıf” müessesesi bu sayede gelişmiştir: Vakıf, aç gözlü ve haddini bilmez devletlerin el koymasına karşı şeriatın koruduğu malvarlığıdır. (Nitekim, ülkemizdeki Müslüman ve gayrımüslim vakıflar, Osmanlı idaresinde güvencede iken, bizi sözüm ona “şeriattan kurtaran” otoriter Cumhuriyet tarafından gasp edilmiştir.)
‘Nefsinin efendisi’
Osmanlı’dan bir örnek daha vereyim: 17. yüzyılda Filistin’deki Lüd kentine çok sayıda köylü göçer. Şehrin “paşa”sı, yani örfi amiri, bu göçmenleri köylerine zorla geri göndermek ister. Ama Müftü Hayreddin El Ramli Efendi müdahale edip fetva verir:
“Onları kendi iradeleri ile yerleşip alıştıkları, yurt edindikleri bir şehirden sürmek caiz değildir... Mümin, kendi nefsinin efendisidir; istediği diyarda yaşar, istediği şehre yerleşir.”
Bu fetvayı Osmanlı arşivlerinde bulan İsralli tarihçi Haim Gerber, Türkçe’ye çevrilmemiş olması büyük eksiklik olan “Islamic Law and Culture” adlı kitabında hayranlıkla şöyle der:
“Burada devletin hakları ile bireyin hakları karşılaştırılıyor ve ikincisi daha üstün bulunuyor.”
Şeriat, işte bu manada “bireyi koruyan hukuk”tur.
Bireyin, ancak din-dışı bir tasavvurda var olabileceğini zanneden (ve bu ortak yanılgı üzerinden iki zıt uca savrulan) Kemalistlerimize ve kollektivist İslamcılarımıza duyurulur.