[15 Ağustos 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Hayrettin Karaman hocanın geçen hafta Yeni Şafak’ta yayınlanan “Tahammül mü, hoş görmek mi?” başlıklı yazısı epey tartışıldı, epey tepki aldı. Benimse yazıda hem katıldığım, hem katılmadığım kısımlar var.
Katıldığım kısım, Hayrettin hocanın, dindarlara sıkça dayatılan “niye bizim ahlak anlayışımızı tasvip etmiyorsunuz bakıyım” küstahlığına karşı haklı tepkisi. “Hiii, duydunuz mu, mayo giymenin günah olduğuna inanıyorlarmış; bu çağda bu kafa” tipi yorumlar, bunun Beyaz Türk medyasında hemen her gün karşımıza çıkan çiğ örnekleri.
Hem “tek-kültürcü” Batılılar hem de onların yerli versiyonları arasında yaygın olan bu tutumun ardında, kendi ahlaki kıstaslarını herkese empoze eden bir totaliterlik yatıyor kuşkusuz. Oysa herkes neyi doğru neyi yanlış, neyi sevap neyi günah sayacağını kendi bilir. Herkesin, yanlış ve günah saydığı fiilleri “tasvip etmeme hakkı” da bâkidir.
Ancak bu noktadan sonra, yani “tasvip etmediklerimize karşı ne yapmak gerektiği” meselesinde, biraz farklı düşünüyorum.
Alan savunması
Hayrettin hoca bu sorunun ideal cevabının, İslam’a göre yaşamayanlara “aykırı filleri için özel mekanlar ihdas etmek” olduğunu, ama mevcut siyasi sistemde buna imkan olmadığını belirtti. Kıyamet de buradan koptu; “ne yani, gettolar mı yaratmak mı istiyorsunuz aslında” diye soruldu.
Benim, “din-dışı dünyaya karşı alan savunması” dediğim bu tutumun klasik fıkıhta kaynakları var elbette. Ama bu kaynakları aynen korumak mı, yoksa “tecdid”den mi geçirmek gerek, bir düşünmek lazım. Çünkü modern dünyadaki “alan savunması”nın geleneksel devirdeki maksadı yerine getirdiğini söylemek zor. Seyahatin, televizyonun, internetin bu kadar yaygın olduğu bir devirde, gayrı İslami fikir ve eylemleri gözlerden uzak tutma şansınız yok. Bunu en uç boyutta zorlayan Suudi Arabistan gibi baskıcı rejimler ise sahici dindarlıktan ziyade ikiyüzlülük üretiyor.
Bu yüzden, ben modern dünyada Müslümanlara gerekenin “alan savunması”ndan çok “bireysel ahlak” olduğunu düşünüyorum. Yani, “bizimkiler günahkarları görüp de sapıtmasın” diye bir baskı ve izolasyon ortamı kurmaktansa, o “bizimkiler”in her birine bireysel bir şuur kazandırmaya çalışmak.
Esirgenen tebessüm
Gelelim meselenin üçüncü boyutuna. Hayrettin hoca bu noktaya bugün için “özel mekanlar ihdas etmek” imkanının olmadığını, dolayısıyla mecburen “yan yana yaşanacağını” söyleyerek gelmiş. Ama bu yan yana yaşam içinde, “dine, ahlaka ve âdâba aykırı” yaşayan insanlardan “tebessümü esirgemek” gerektiğini savunmuş.
Bu, kuşkusuz “tasvip etmeme hakkı” çerçevesinde bir tutumdur. Kimse “demokraside yeri yoktur” filan diyemez.
Ancak bu “tebessüm esirgeme” ilkesinin din için ne gibi sonuçları olacağını bir düşünelim derim. Korkarım bunun bir ileri aşaması, din-dışı yaşamlara sahip insanların, bunu belli ettikleri her noktada, dindarların manevi hışmına uğramasıdır. Peki acaba bu tutum, söz konusu seküler insanları nasıl etkiler? Onları dine yakınlaştırır mı, yoksa dinden daha da mı uzaklaştırır?
Küfelik vaziyette evine dönen bir adam, örneğin, kendisine “zıkkım iç emi” imasında bulunan bir çift çatık kaştan mı, yoksa sırtını sıvazlayıp “bir derdin mi var kardeşim” diyen bir kalenderlikten mi daha müspet etkilenir?
Bunu soruyorum, çünkü Türkiye’de dine mesafeli duran insanların bir kısmının, aslında, Necip Fazıl’ın tabiriyle “kaba softa ve ham yobaz”dan ürkmüş insanlar olduğuna şahidim.
O insanlara el uzatmanın yolu ise, sanırım biraz daha Sufi-meşrep bir dindarlıktan geçiyor.