[20 Temmuz 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
PKK’nın ve onun yan kuruluşlarının nasıl tanımlanması gerektiği, sıkça gündeme gelen önemli bir tartışma.
Cengiz Çandar, TESEV için hazırladığı titiz ve kapsamlı raporunda, “Kürt isyanı” nitelemesini önerdi ki, bu benim de katılabileceğim bir yaklaşım. Ama isyan var, isyan var. İsyancıların hangi yöntemleri kullandığı, çok önemli bir ayrıntı. PKK ise, sivilleri de hedef aldığı, yani “terör” yönetimini de kullanageldiği için, bence “terörist” bir boyuta sahip.
Gelgelelim, PKK için daha sevimli tanımlar seçenler de var. Bunlardan biri, örgüte “Kürt siyasal hareketi” demeyi tercih ediyor ve bu tanımı köşesinde ısrarla kullanıyor.
Aynı yorumcunun seçim öncesinde hükümetin doğuya yaptığı otoyolları “katliam hazırlığı” gibi sunduğunu hatırladığımızda ise, sahip olduğu “subjektiflik marjı” ortaya çıkıyor. Çünkü, öyle ya, devletin yol inşaatlarını “katliam hazırlığı” addederken, PKK’nın yapageldiği katliamları “siyasal hareket”ten saymanız için, siyasi lügatınızın epey “Orwellyen” olması lazım.
‘Anlaşılır’ şiddet
Bu “Kürt siyasal hareketi” lafındaki sorun, aslında açıkça ortada: PKK, sadece siyasi mücadele yürüten bir örgüt ve hareket değil ki! Şiddeti, hem de her türlü şiddeti kıyasıya kullanmış ve halen de kullanan bir örgüt.
Ama “Kürt siyasal hareketi”nden dem vuranlar, tüm bu şiddeti meşru yahut “anlaşılır” görüyor. Sebep, PKK kadrolarına “siyaset yapma imkânı” tanınmamış, partilerinin sürekli kapatılmış, vekillerinin hapsedilmiş olması.
İyi de Türkiye’de “siyaset yapma imkânı” baltalanan, partileri kapatılan, vekilleri meclisten kapı dışarı edilen başka siyasi gelenek mi yok? Tüm bunlar, İslamcı siyasetin de başına gelmedi mi? Milli Görüş, beş ayrı parti eskitmedi mi? Merve Kavakçı, seçildiği meclisten zorbalıkla çıkarılmadı mı?
Tüm bunlar oldu. Ama İslamcı gelenek, gerilla ordusu kurup kan dökmedi. Laik okulları molotof kokteylleriyle yakmadı. 80 yılda topu topu bir “Danıştay cinayeti” işlendi ki, onun da zaten göründüğü gibi olmadığı çok geçmeden ortaya çıktı.
Dolayısıyla mesele, sadece “Kürt siyasetinin bastırılmışlığı” değildir. Bu siyaset, devlet tarafından haksızca ve akılsızca bastırılmıştır elbette. Ama baskıya karşı nasıl tepki verildiği de kritik bir meseledir. Gandhi’nin veya Bediüzzaman’ın yaptığı gibi tümüyle barışçıl ve insancıl bir tepki de verilebilir; PKK’nın yaptığı gibi kanlı ve totaliter bir tepki de.
Haklar ve talepler
PKK’ya sempatiyle bakan, onu “Kürt siyasal hareketi” diye allayıp-pullayan solcuların temel sorunu, Halil Berktay hocanın ifadesiyle, “solun ‘haklı şiddet’i reddedemeyişi”. Lenin’le, Che Guevara’yla yetiştikleri için, ortaya çıkıp, “ne olursa olsun, kan dökmek yanlıştır” diyemiyorlar.
Bir diğer sorunları ise, PKK’nın her talebini bir “hak” sanmaları. Oysa haklar başka, talepler başka.
Örneğin, Kürtçe’nin her yerde özgürce konuşulması, her Kürt bireyin sahip olduğu bir haktır. Ama Türkiye’nin güneydoğusunda “özerk yönetim” kurulması, bir hak değil, belirli bir siyasi grubun talebidir.
Haklar tartışılamaz; ancak teslim edilir. Talepler ise bilakis tartışılır. Bakalım söz konusu coğrafyada yaşayanların çoğunluğu gerçekten özerklik istemekte midir? Orası özerk olacaksa, ulusal bütçeden ne kadar pay alacaktır? Ülke çoğunluğu bu konuda ne diyecektir?
Bunları tartışabiliriz. Ama önce “Kürt siyasal hareketi”nin silahı bırakması ve sahiden siyasal hareket olması lazım.
Bir de bu hareketin Türk hayranlarının biraz uyanması...