Bu da Geçer (Eğer İstersek)
[27 Haziran 2011 tarihli Star gazetsinde yayınlandı]
Tam da temsil kabiliyeti çok yüksek bir meclis seçmişken, yargı marifetiyle yeni bir kriz içine düşmemiz, kötü oldu.
Eğer bir çare bulunmaz ise, BDP’nin 6, CHP’nin 2, MHP’nin de 1 sandalyesi boş kalmış olacak. Hatta, BDP’nin boş kalan sandalyelerinden biri, yani Hatip Dicle’nin yeri, AK Parti Diyarbakır adaylarından Oya Eronat’a geçecek.
Bu tabloya bakarak AK Parti’nin avantaj kazandığını, dolayısıyla yargının “AK Parti’ye çalıştığını” sanmak mümkün. Nitekim muhalefetten, özellikle de BDP’den o yönde sesler geliyor.
Oysa, meseleye şöyle bakmak da mümkün: Dört büyük parti içinde, hukuki durumu “sorunlu” adayı olmayan tek parti, AK Parti idi. Diğerleri, KCK, Ergenekon ve Balyoz davalarından sanıkları aday göstermekle bir “risk” almış oldular.
Hatip Dicle’nin ve destekçilerinin aldığı risk daha da büyüktü: Çünkü Dicle’nin mahkumiyetinin, onun “milletvekilliği seçilme yeterliliğini” zedeleyeceğini biliyor olmalıydılar. Anlaşılan bir tür kumar oynadılar ve sonuç ummadıkları gibi oldu.
BDP’nin fanatizmi
Burada hemen belirteyim: Hatip Dicle’ye verilen mahkumiyet kararı, benim ilkelerimce yanlıştır. Kendisinde bulunan “suç”, PKK’nın şiddet eylemlerini “meşru müdafaa” saydığını söylemekten ibarettir ki, ben öyle düşünmesem de onun öyle düşünme hakkını tanırım. Çünkü insanların fikirlerden dolayı mahkum edilemeyeceğine inanırım.
Ama Dicle’yi mahkum eden otoriter kanunların içeriği hakkındaki eleştirilerimiz ayrı, yürürlükte oldukları sürece bu kanunların uygulanması gerektiğini teslim etmek ayrı. Ben, ikinci gereklilikten hareketle, Dicle’ye meclis yolunun kapanmasını anlıyor, ama bu yolun (belki 2002’de Erdoğan’a açıldığı gibi) yeniden açılabilmesini diliyorum.
Öte yandan, 2007’deki Sebahat Tuncel tahliyesi örneği dururken, Meclis’e seçilen KCK, Ergenekon ve Balyoz sanıklarının tahliye edilmeyişini de yadırgıyorum. Bence hepsi bir an önce tahliye edilip meclisteki yerlerini almalılar.
Burada BDP’ye iki çift lafım olacak: Çok haksızlığa uğramış bir toplumsal kesimi temsil ettiklerine kuşku yok, ama bu durum, temsilcisi oldukları hareketin sürekli şiddete başvurmasını ve kendilerinin de bunu her daim “sopa” gibi kullanmasını haklı kılmıyor. Karşılaştıkları her engelde “ya sorunumuzu çözün, ya da yakarız ortalığı” havasında tehditler savurmaları, aslında demokrasiden pek bir şey anlamadıklarını gösteriyor.
Öte yandan, karşılaştıkları tüm engellerin “Kürt oldukları için” çıkarıldığına inanmaları da ayrı bir yanılgı ve de sorun. Oysa Hatip Dicle’nin takıldığı engelin benzerine geçmişte Tayyip Erdoğan da takıldı. Bugün, Türk milliyetçisi MHP’nin asker kökenli bir adayı da Meclis dışında kalmış durumda. Yani Türkiye’nin otoriter hukuk geleneğinden her Türkiyeli nasibini alabiliyor. Ama hepsi boykota, şiddete ve “vur gerilla vur” diye yürümeye başlamıyor...
AK Parti’nin sorumluluğu
Gelelim AK Parti’ye... Başta da belirttiğim gibi, iktidar partisi, yaşadığımız bu krizin mimarı ve dolayısıyla sorumlusu değil. Aksine, krizi üreten “yargı”nın aldığı kararlardan yakın geçmişte kendisi de zarar görmüş bir parti.
Fakat siyasi iktidara ve meclis çoğunluğuna sahip olduğu için de, krizi çözmenin sorumluluğu başka herkesten çok AK Parti üzerinde. Başbakan Erdoğan, önceki günkü “milli irade üzerinde vesayet kabul etmem” mesajıyla iyi bir sinyal verdi. Ama bu kabul etmeyişin nasıl olacağının detaylandırılması gerek.
BDP’nin ise bu fanatik reddiyeciliği bırakıp meclise gelmesi lazım ki, bütün partiler bir araya gelip bir çözüm üretebilsin. Eğer hepsi isterse, bu kriz de elbet aşılabilir.