Din Özgürlüğü Ve Onun Düşmanları
[11 Mayıs 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
ABD’nin önde gelen üniversitelerinden birine ev sahipliği yapan Princeton, New York’un biraz güneyinde yer alan küçük bir kent. Beni buraya getirense, üniversite bünyesinde düzenlenen “Uluslararası Din Özgürlüğü” konferansı.
Açılışta söz alan Georgetown Üniversitesi profesörü Timothy Shah, şöyle diyor:
“Din, devletlerin ötesinde, onları aşan yüce bir otoriteyi referans alır. Bu nedenle de devletler, özellikle de otoriter devletler, din özgürlüğünü kısıtlamak ve dini hareketleri bastırmakta çok sabıkalıdır. Dolayısıyla din özgürlüğünün evrensel bir değer olarak savunulması gerek .”
Bu cümleler, konferansın temasını da özetliyor. Toplantıyı düzenleyen akademisyenler, “din özgürlüğü”nün de “fikir özgürlüğü” gibi başlı başına bir kategori olarak uluslararası hukuk ve siyasette yer almasını savunuyor. Bunlardan biri, Princeton Üniversitesi profesörü Matthew Franck, şu hatırlatmayı da yapıyor:
“Din özgürlüğü, vicdan özgürlüğüne indirgenemez. Vicdan özgürlüğü, inanç ve ibadetle ilgili bireysel bir kavramdır. Din özgürlüğü ise, bir inanca göre yaşamayı, giyinmeyi, örgütlenmeyi, eğitim vermeyi ve o inancı başkalarına duyurmak için çalışmayı da içerir .”
Ridde ve İslamofobi
Bu tanıma göre Türkiye nasıl diye sorarsanız, tabii ki kötü. Hem dini çoğunluğun hem de dini azınlıkların özgürlüklerini kısıtlayan çok sayıda kanun ve uygulama var. Sünni çoğunluk, başörtüsünün veya tarikatların yasaklanmasından Kur’an kurslarına katılımın sınırlanmasına kadar bir sürü baskıya maruz. Aleviler’in Diyanet’in yapısı nedeniyle yaşadıkları dezavantaj ortada. Hıristiyanlar ise Ekümenik Patrikhane’nin ismine musallat olmadan Ruhban Okulu’nu kapalı tutmaya kadar bir dizi dayatmadan muzdarip. Son 8-9 sene içinde önemli adımlar atıldıysa da, daha fazlasına ihtiyaç var.
Konferansta bunları biraz anlatıyor, Batılar’ın konu İslam dünyası olunca sadece “azınlıklar”a odaklanan dikkatini de eleştiriyorum. “Çoğu kez, aynı otoriter yönetimler, hem çoğunluğu hem de azınlığı eziyor” diyorum.
Ancak İslam dünyasında otoriter devletler kadar bazı İslam yorumlarından kaynaklanan sorunlar da var. Meşhur “ridde yasağı”, yani İslam’dan bir başka dine geçmeyi idamlık suç sayan klasik şeriat hükmü, bunların başında geliyor. Konferansa Avusturalya’dan katılan Maldiv asıllı Müslüman akademisyen Abdullah Saeed, ridde yasağının Kuran’dan kaynaklanmadığını, din değiştirmenin “ siyasi isyan” gibi algılandığı bir devrin içtihadı olduğunu anlatıyor. Bugün bu hükmün kalkması gerektiğini de ekliyor.
İman ve asabiye
Zaten başka türlüsü mümkün mü? “Hıristiyanlar Müslüman olabilir, ama Müslümanlar Hıristiyan olamaz” diyecek, sonra da İslamofobiden şikayet edeceksiniz. İslamofobinin Batı’nın ırkçı ve Oryantalist önyargılarından gelen bir kaynağı var kuşkusuz; ama İslam dünyasındaki sorunlardan da besleniyor.
Aslında “ridde yasağı”nın dini değil de siyasi bir mantığa dayandığı, Türkiye’deki meşhur “misyoner paranoyası”nda da ortaya çıkıyor.
Misyoner çalışmaları sonucunda Türkiye’de çok az sayıda Müslümanın din değiştirip Hıristiyan olduğu malum. Buna karşılık inancını yitirerek “ateist” veya “agnostik” haline gelen çok daha fazla insan var. İslami açıdan “Ehli Kitap” olmanın “imansız” olmaktan daha tercih edilir olduğu ise kolaylıkla söylenebilir.
Peki o halde “Hıristiyanlaşma”, niçin “imansızlaşma”dan çok daha fazla endişe yaratıyor?
Problem, din değil de grup aidiyeti (İbn-i Haldun’un deyimiyle “asabiye”) olmasın sakın?