[21 Mart 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
ŞAM - Bundan tam yüzyıl yıl önce, 35 yaşındaki gencecik bir alim yürümüştü az önce gezindiğim kalabalık sokaklarda. Hocalarının “Bediüzzaman,” yani “zamanın harikası” diye andığı, Bitlis’in Nurs köyünde doğma Molla Said idi bu. Şam ulemasından aldığı ısrarlı davet üzerine kalkıp gelmişti yaşlı şehre. İslam’ın en eski mescidlerinden Emevi Camii’ndeki binlerce kişilik cemaate verdiği “ hutbe” ise o kadar yankı uyandırdı ki, bir hafta içinde iki kere tab’edildi.
Çünkü Molla Said, ilk çağlardaki dinamizmini çoktan yitirmiş olan Müslüman zihne yeni şeyler söyledi. Hem yeni hem de ümit verici şeyler...
Geçen hafta sonu, işte bu tarihi hutbeyi tam bir asır sonra tam yerinde andık. İstanbul’daki Risale-Nur Enstitüsü’nün düzenlediği mükemmel bir organizasyonla, yetmişe yakın gazeteci ve akademisyen, adeta Bediüzzaman’ın izinden yürüdük. Hem fikren, hem de fiilen...
Evvela fikren; çünkü önce oturduk “Hutbe-i Şamiye”deki altı temel temayı tartıştık: ümit, sıdk, muhabbet, uhuvvet, hamiyet ve hürriyet. Konferans yöneticilerinden Doç. Dr. Vedat Demir’in isabetle belirttiği gibi, bu altı kavramın ilk beşi, Bediüzzaman tarafından yeni yorumlara tabi tutulsa da, geleneksel İslam düşüncesinde zaten vardı. Ancak “ hürriyet” yeni bir vurguydu; Bediüzzaman sayesinde 20. yüzyıl Türkiyesi’ndeki İslami düşünceye epey tesir edecek bir vurgu...
Peki neydi bu yeniliğin sebebi? Hürriyetin kadim çağlarda bilinmeyen bir “modern icad” olması mı?
Bu, hem seküler modernistler hem de anti-modern İslamcılar tarafından paylaşılan yaygın bir kabuldür. Oysa ben hürriyet fikrinin hep bulunduğunu, özellikle de İslam gibi “İbrahimi” dinlerde mündemiç olduğunu, modern çağda sadece vurgulu hale gelip, liberalizm gibi siyasi felsefeler tarafından sistematize edildiğini düşünüyorum.
Modern çağdaki bu farkın bir sebebi, “kitlesel eğitim” gibi imkanlar sayesinde “insani durumun” gelişmesi ise, bir diğeri de özgürlüğe en büyük tehdit olan “devlet”in yine aynı çağda azmanlaşmasıdır. Modern devlet, sahip olduğu müthiş bürokrasi ve teknolojiyle dev bir “ejderha” haline gelmiş, onu “ehlileştirerek” bireysel özgürlüğü korumak ihtiyacı da büyük önem kazanmıştır.
Böylesi “felsefi” müzakerelerden sonra aldık kendimizi Şam sokaklarına attık. Önce, bir Mimar Sinan eseri olan Süleymaniye Külliyesi’ne uğradık. Türkiye-Suriye işbirliğiyle restore edilmekte olan bu mağrur külliyenin avlusunda yatan Sultan Vahdeddin’in mütevazi mezarı başında da Fatiha okuduk.
Ve öğrendik ki, bizde haksızca “hain” ilan edilen son Osmanlı Sultanı, devlet hazinesinden tek kuruş dahi almadan vatanını terk ettiği için, Avrupa’da fakirlik ve borç içinde vefat etmiş. Naaşı ise, ona saygı ve sadakat duyan Şam valisi ve eşrafı tarafından buraya taşınmış.
Daha sonra gezinin en anlamlı noktasına, o muazzam Emevi Camii’ne vardık. Orjinali bir katedral olan, ancak Hz. Ömer devrindeki fetihle birlikte camiye çevrilen bu mabedin hikayesi hayli ilginç. Müslümanlar aslında ilk başta tamamen dönüştürmemiş yapıyı: Uzunca bir süre yarı cami - yarı kilise olarak ortaklaşa kullanılmış. Sonra da kilise kısmı Hıristiyanlardan maddi karşılığı ödenerek satın alınmış; İslam’ın “ hakkaniyet” ve “adalet” değerlerini belgelercesine.
İşte, bu değerlerin biraz unutulduğu, bazılarınca da “terakkiye mani” sayılıp yok edilmek istendiği karanlık bir çağda yankılanan nurlu bir sesti Molla Said’inki.
Ve onun bir asır önceki sezgilerinin doğruluğu, bugün iyice berraklaştı.