'Balyoz'a Dair Çekincelerim
[16 Şubat 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Bu sütunu takip edenler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin büyük bir hayranı olmadığımı bilirler. Ordunun “ülke sınırlarını koruma” misyonuna saygım olsa da, ülke içinde oynayageldiği anti-demokratik role şiddetle karşıyımdır.
Bu rolün “hesabının” bugüne kadar sorulamamış olması da bence büyük bir sorundur. Bana kalırsa 27 Mayısçılar’dan (“Menderes’in katilleri”nden) başlanarak tüm darbeciler gıyaben de olsa yargılanmalı, “tarihte hak ettikleri yeri” almalıdırlar. Yani “vatan kurtarıcısı” değil, “üniformalı haydut” olarak bilinmelidirler.
Geçtiğimiz on yıl içinde de bazı subayların “üniformalı haydut” olmaya niyetlendiğinden, kimi sivillerin de onları desteklemek (ve hatta kışkırtmak) için epey uğraştığından adım gibi eminim. Yine biliyorum ki bu darbe koalisyonunun hedefine ulaşamayışının tek sebebi, ellerinde olmayan şartlardı. Eğer yerel ve küresel konjonktür bu kadar elverişsiz olmasaydı ve AK Parti bu kadar “ sağlam” çıkmasaydı, büyük olasılıkla bir tür darbe yapacaklardı.
Ve eğer yapabilselerdi darbelerini, siz muhtemelen bu gazeteyi okuyamıyor ben de muhtemelen bu yazıyı yazamıyor olacaktım. Selimiye’de veya Mamak’ta volta atıyor olacaktım belki.
Tüm bunlardan ötürü, gerek Ergenekon gerekse Balyoz davalarını en baştan beri hayırlı gelişmeler olarak gördüm. Hala da öyle görüyorum.
Gelgelelim, bu davaların işleyişindeki bazı aşırılıklar (örneğin Mustafa Balbay gibi şahsiyetlerin uzun tutukluluk süreleri) ve “Ergenekonculuk” suçlamasının siyasi bir anlam kazanıp bir tür “McCarthycilik”e dönüşme emareleri beni rahatsız ediyordu.
Balyoz belgelerindeki tuhaf çelişkiler ise işe tuz-biber ekti.
Bu çelişkileri, mâlum, yargılanan general Çetin Doğan’ın kızı ve damadı, yani Pınar Doğan ve Dani Rodrik gündeme getirdi. 2003 kayıt tarihli bilgisayar dosyasında, ancak sonraki yıllarda ortaya çıkan kurum adlarının geçtiğini gösterdiler.
Ve benim anladığım kadarıyla bu “problem” hala çözülemedi. Dosyaların sonradan “güncellendiğini” iddia etmek ve hatta “güncellenmiş versiyonlarını” bulmak, kurtarmıyor. Çünkü “suç delili” sayılan dosyanın kayıt tarihi değişmiyor: 2003.
Bu ise yenilir-yutulur bir şey değil. İster istemez, “acaba birileri, zaten darbecilik kokan bir seminerin kayıtlarını daha bir kriminal hale getirmek için sonradan araya parça mı attı” sorusunu doğuruyor. 28 Şubat’ın meşhur “andıç”ının bir karşı-versiyonunu akla getiriyor.
Bu muammanın çözümünü elbette “yargıya bırakmak” gerek. Ancak sanıklar aleyhindeki delilleri dilimizden düşürmezken lehlerindeki delili görmezden gelmek doğru olmaz.
Tam bunları düşünürken gelen “balyozcu subayların tutuklanması” kararı ise çekincelerimi artırdı. Sordum kendime: Ergun Babahan’ın dünkü Star’da yazdığı gibi, “duruşmalara düzenli gelip giden, birkaç kez tutuklanıp salıverilmiş olmalarına rağmen kaçma teşebbüsünde bulunmayan, adresleri belli” insanlar niçin tutuklanır ki? Hele de emekli olanlar...
Kuşkusuz bunlar son tahlilde hukuki meseleler. Ama bu kadar kamusallaşmış bir davanın ahlaki bir tarafı da var.
O tarafın özünde ise, bizden olmayan, sevmediğimiz ve hatta “düşman” bildiğimiz insanlara karşı da adilce yaklaşmak zorunluluğu yatıyor.
Bu, elbette, “evrensel” bir erdem. Ancak Balyoz davasına özel ilgi duyan, çünkü darbecilerin açık hedefi olan dindarların bence bu açıdan ayrı bir hassasiyet göstermesi lazım.
Çünkü Allah, tam da bu konuda bir uyarı yapıyor Kur’an’da:
“Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.” (Maide Suresi, 8 )