‘Demokratik Milliyetçilik’ Nasıl Olabilir?
[26 Ocak 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Pazartesi yayınlanan “Sol ‘liberaller’in milliyetçilik fobisi” başlıklı yazım, olumlu-olumsuz epey yankı uyandırdı. Oral Çalışlar, sağolsun, Radikal’deki köşesinde konuyu özenlice ele aldı: Liberallerin milliyetçilerle de diyalog araması yönündeki önerimin “düşünmeye değer olmakla birlikte tartışmaya açık noktalar içer[diği]”ni belirtti.
Bazı Kürt okurlar da, en temel haklarını dahi reddeden MHP’den nasıl demokratik bir potansiyel beklediğimi sordu.
Ancak ben, MHP’nin mevcut söylemlerini olumlamak değil, bundan farklı bir milliyetçiliğin de mümkün olduğunu anlatmak derdindeydim.
Konu önemli; dolayısıyla devam edelim. Ve evvela milliyetçiliği tanımlayalım: Bu, en basit ifadeyle, bir “ulus-devlet” kurma, geliştirme ve yaşatma ideolojisidir.
Ulus-devlet dediğimiz siyasi yapı ise, beğenin-beğenmeyin, son iki yüzyılda giderek yayılmış ve nihayet “küresel standart” hale gelmiştir. Bizdeki olumsuz tecrübeler, “ulus-devlet illa otoriterdir, hatta totaliterdir” diye bir ezber yaratmışsa da, demokrasi ve özgürlük standartlarını örnek aldığımız Batılı ülkeler de birer ulus-devlettir.
Ha, isterseniz, “kardeşim ben böyle bölünmüş bir dünya istemiyorum, John Lennon gibi, ülkelerin olmadığı birleşik bir yerküre özlüyorum” diyebilirsiniz. Ya da “bana ne ülkelerden, ben evrensel işçi sınıfına inanıyorum” da diyebilirsiniz. Bunlar kendi içinde erdemli görüşler de olabilirler. Ama böylesi ütopyalar, karşınızdaki “ulus-devletler realitesi”ni değiştirmez.
Bu realiteyi çok acı bir şekilde görenlerin başında, Osmanlı İmparatorluğu’nun son nesli geliyordu. Fransız Devrimi’nin açtığı milliyetçilik rüzgarına çok direnmişler, çok-milletli imparatorluğu ayakta tutmak için çabalamışlar, ama sonunda “biz de bir millet olarak ayakta kalmalıyız” noktasına gelmişlerdi.
O yüzden Nisan 1920’de Ankara’da toplanan parlamentonun adı “Büyük Millet Meclisi” idi. Bu “millet”, Mustafa Kemal Paşa’nın tabiriyle, “yalnız Türklerden değil” aralarında Kürtlerin de yer aldığı çeşitli Müslüman “anasır”dan, yani “unsurlardan” oluşuyordu. Ağız birliğiyle kabul ettikleri “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi de, demokrasiye işaret ediyordu.
Ne var ki, aradan beş yıl bile geçmeden, bu demokratik meclisin yerini bir “tek parti rejimi” aldı. Bu Jakoben rejim, “anasır”ın en büyüğü olan Türklerin kimliğini diğer hepsine zorla dayatmaya girişti. Türklük, Balkanlarda biraz olduğu gibi, hakikaten şemsiye bir kimlik olabilirdi; ama Orta Asya’da ırksal köken aramakla ve “kafatası çapı” ölçmekle, bu şans da berhava edildi. Ve Kürtler, “ne mutlu Türküm diyene” dayatmasına direnmeye devam ettiler.
İşte bugün MHP’nin en büyük trajedisi, Türk kimliğini hâlâ söz konusu otoriter paradigma içinde algılaması, bu yüzden de Kürt kimliğiyle bir türlü barışamamasıdır.
Buna karşılık, “tarih perspektifi”ni Birinci Meclis’ten ve onun da öncesinde Osmanlı’dan alan bir milliyetçilik, Kürtleri de Kürt olarak kucaklayan çoğulcu bir millet tasavvuruna kavuşabilir. Tanzimat dönemindeki “eşit vatandaşlık” reformlarına bakarak, gayrımüslimleri “yabancılar” değil, birinci sınıf yurttaşlar sayabilir. Akhtamar veya Sümela’nın açılmasına köpürmek yerine, Osmanlı yüzyılları boyunca zaten hep ibadete açık olan bu kutsal mekanların asli amacına çevrilmesine sevinebilir.
Bir başka deyişle, “devlet”in ideolojisini değil de, “millet”in realitesini esas alan bir milliyetçilik, pekâlâ demokratik olabilir.
Bu iki tarz-ı milliyetçilik arasındaki farkı, referandumda da görmedik mi zaten?