Kurtlar Vadisi ve Kahpe İsrail
[7 Şubat 2011 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Meşhur “Kurtlar Vadisi” dizisini bugüne kadar televizyonda hiç izlemediysem de, “Kurtlar Vadisi Filistin”e vakit ayırıp gittim. Hem de ta yurtdışında, seyahatte olduğum Hollanda’da, orada yaşayan Türklerin akın ettiği bir salonda izledim filmi.
Buradaki niyetim ise, sinema eleştirmenliğinden çok, siyasi mesajlarla yüklü bu filme dair siyasi bir şeyler demek.
Öncelikle şunu teslim edeyim: Bu “Filistin yanlısı” bir film ve Türk-Arap kardeşliğine dair güçlü vurgular taşıyor. Her iki duyguyu da paylaşan birisi olarak, bu genel manada filme sempati duymamam mümkün değil.
Ama “Filistin yanlısı” bir filmi, izleyen her insan evladına bir şeyler hissettirecek kalitede ve seviyede yapmak var, doğal “taraftar” kitleniz dışındaki herkesi güldürecek basitlikte yapmak var.
Kurtlar Vadisi Filistin ise, açıkçası, ikinci tarza daha yakın kaçmış.
Bunun en büyük sebebi, her iki dakikada bir İsrail askeri öldüren Türk kahramanların abartılı cengaverliği değil. Filmi yapanların Filistin meselesine dair aslında pek bir şey bilmediklerinin bas bas bağırması.
Mesela şu sahneye bakın: İsrailli “kötü adam”lardan biri, önce “Arap nüfusu bizi geçiyor, Yahudilerin sayısı azalıyor” diye yakınıyor. Hemen sonra da “çözüm”ü açıklıyor: “Büyük İsrail”i kurmak!”
Oysa, akıl var izan var, Yahudi nüfusu mevcut İsrail için bile eksik kalırken onun “büyüğü”ne nasıl yetecek? Zaten Ariel Şaron gibi bir “şahin”in Gazze’den çekilerek “Büyük İsrail” hedefinden çark etmesinin sebebi tam da bu nüfus sorunu değil miydi? (“Büyük İsrail” dediğimiz de fantastik “Nil’den Fırat’a” hikayesi değil; “Akdeniz’den Ürdün nehrine” Filistin toprakları.)
Mekan tasvirlerinden insan diyaloglarına kadar filmin daha pek çok detayı yapay, zorlama ve “gerçeklik dışı” duruyor. Karşımıza bir “Filistin realitesi” değil, ona ancak teğet geçebilen bir “Filistin tasavvuru” çıkıyor.
Filmdeki en büyük sorun ise, İsrailli karakterlerin hemen hepsinin vahşetten zevk alan sadist ruhlu tipler olarak tasvir edilmesi.
Ben de İsrail’in Filistin halkına ettiği zulmü “devlet terörü” olarak tanımlayıp lanetliyorum. Ama biliyorum ki, bu zulüm, İsraillilere has bir “sadizm geni”nden falan değil, hemen her toplumda ortaya çıkabilen ahlaki ve ideolojik hastalıklardan kaynaklanıyor.
“Devletin bekası”ndan daha üst bir değer tanımayan, “teröre karşı mücadele” adına her türlü şiddeti meşru sayan, yahut “devrim şartları gereğince” cinayetleri onaylayan “normal insan”lardan kuvvet buluyor.
Eğer bunu anlamaz ve İsrail zulmünün “banalliğini” (sıradanlığını) kavramaz isek, benzer şeylerin bizim ülkemizde nasıl olduğunu da çözemeyiz. Dersim’e atılan bombalarla, yakılan köylerle, yapılan işkencelerle yüzleşemeyiz.
Kötülüğü sadece bir takım “kötü adamlar”a atfeder, onlara dair “kahpe Bizans” tadında propagandalar üretir, kendimizi de bol bol över ve avuturuz. Ama ne gerçek dünyayı anlar ne de oradan dersler çıkarırız.
Sovyet zulmünü dünyaya ifşa eden büyük Rus düşünür Aleksandr Solzhenitsyn’in bir sözü, bu noktada hatırlamaya değer:
“Keşke o kadar basit olsaydı! Keşke bir yerlerde gizlice şeytani işler yapan şeytani adamlar olsaydı ve onları bizlerden ayırmak ve yok etmek gerekseydi. Ama iyilikle kötülüğü ayıran çizgi her insanın kalbinin içinden geçmektedir .”
Muhafazakarlar, işte tam da bu “insan kalbinin içine” bakan yapıtlar ortaya koyduklarında bu topluma değer katmış olacaklar.
“Kahpe Bizans”ın envai çeşidini ulusalcılar, “Rambo”nun âlâsını da Amerikalılar yaptı zaten.