AYM, Türk Kanı ve Kudüs'te Namaz
[14 Temmuz 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
“Yıllık iznimin bir bölümünde” olduğum için geçen hafta yazamadım. O arada da epey “gelişme” yaşandı. Kısa kısa değineyim.
Önce Anayasa Mahkemesi'nin kararı... Bu, bir açıdan, “meclis üzerindeki yargı vesayetini” sürdüren yanlış bir karar oldu. AYM, geçmişte daha vahim örneklerini gösterdiği bir geleneği sürdürerek yetkisini aştı ve meclise ait olan “anayasayı değiştirme” hakkına müdahale etti.
Ancak, hakkını da yemeyelim, mahkemenin yaptığı müdahale çok “sınırlı” ve “mütevazi” kaldı. Bu açıdan bakıldığında, kararı olumlu bulmak, en azından “ehven-i şer” saymak mümkündür.
Dahası karar, yüksek yargı kurumlarının “geniş tabanlı” hale getirilmesinin “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali” olduğu yönündeki Kemalist tezi de tekzip etmiştir. AYM'nin bile hukuken sakıncalı bulmadığı bir reform paketini “Akepe totaliterizmine giden yol” diye yaftalama çiğliği, artık iyice anlamsızlaşmıştır.
'Damarlarda akan asil kan'
Geçen haftanın bir diğer manşeti Genel Kurmay Başkanı'nın televizyondan yaptığı tatsız açıklamalardı. Diğer bazı generallere göre daha sağduyulu olduğunu bildiğimiz Başbuğ, orduyu eleştirenleri (bazen gerçekten insafsızca davransalar da) “Türk kanı taşımayanlar” diye tanımlamakla açıkçası büyük bir çam devirdi. “Kastının ne olduğu” tartışılabilir, ama bu lafın çıplak olarak alındığında ırkçı bir zihniyete tekabül ettiği açıktır.
Zaten ülkemizdeki “Türk sorunu” tam da burada düğümlenmektedir. Bir taraftan etnik köken ayırmaksızın her vatandaşın “Türk” olduğu söylenmekte, ama diğer taraftan da kimin “öz Türk” kimin “öteki” olduğuna dair düpedüz ırkçı değerlendirmeler resmi ağızlardan dışarı kaçmaktadır.
Bu da kanımca Tek Parti dönemiyle henüz hesaplaşamamış olmamızla yakından ilgilidir. O dönemde resmi destek gören “kafatasçı” ve “kancı” söylemler, hem devlet hem toplum katında hâlâ kutsallaştırılmaktadır. (Bkz: “Türk gençliğinin damarlarında akan asil kan” hikayesi.)
General Başbuğ'un yakındığı “asimetrik psikolojik harekât”a dair ise kendisine ve kurumuna naçiz bir tavsiyem olacak: Ordunun siyasete müdahale etme ve belirli toplumsal kesimleri “iç düşman” sayma geleneğini terk ettiğini ikna edici şekilde göstersinler, o zaman sanırım bu dert de biter. Çünkü onların “psikolojik harekât” diye algıladığı eleştiri ve tepkiler, bazen bence de fanatizme kaçsa da, nihayetinde ordunun darbe ve vesayet geleneğini hedef alıyor. “Normal” bir ordu oldukları gün, onlar da rahat edecek başkaları da.
Türk usûlü İslamofobi
Gelelim üçüncü meselemize, yani Dışişleri Bakanı'nın “bir gün Doğu Kudüs'te namaz kılacağız” sözüne... Buna tepki gösteren yorumcular, ya Mescid-i Aksa'nın da bulunduğu Doğu Kudüs'ün uluslararası hukuka göre “Filistin toprağı” olduğunu ve ABD'nin dahi desteklediği “iki devletli çözüm”e göre Filistin'e bir şekilde iade edileceğini bilmiyorlar...
Ya da “namaz kılan Türk Dışişleri Bakanı” fikri onları bir şekilde rahatsız ediyor.
Eğer ikinci şık geçerli ise kendilerine sormak isterim: Acaba İsrail yönetiminin ülkeyi ziyaret eden pek çok devlet adamını Kudüs'teki Ağlama Duvarı'na götürmesinden, onların da Yahudi dininin icapları gereği başlarına “kippa” (takke) takıp dua etmesinden de rahatsız oluyorlar mı?
Yoksa Yahudi-Hıristiyan ritüelleri daha kabul edilebilir de, sıra İslam'a gelince mi laiklik damarı nüksediyor?
Eğer böyle “İslamofobik” takıntılarınız yoksa, Davutoğlu'nun “Kudüs'te namaz” niyetinde sorun görmemeniz gerekir.
Ben, kendi adıma, “şimdiden Allah kabul etsin” diyorum.
NOT: Saadet Partisi'ndeki “vesayet”i bitiren Numan Kurtulmuş'u da gönülden tebrik ederim. SP, onun sayesinde zaten iyi bir yola girmişti; eminim bundan sonra daha da iyi olacak.