Robin Hood, Liberalizm ve Şeriat
[30 Haziran 2010 tarihli Star gazesinde yayınlandı]
Geçtiğimiz haftalarda İngilizlerin mitolojik halk kahramanı Robin Hood'un filmi oynadı sinemalarda. Buna dair bu yazıyı da, gecikerek de olsa, yazmak istedim. Çünkü filmde yapılan bazı siyasi göndermeler hayli ilginçti.
Önce hikayeyi hatırlatayım: Ana tema, 12. yüzyıl sonunda İngiltere tahtına oturan Kral George ile adanın kuzeyindeki derebeyleri arasındaki mücadele. George, hırslı ve zalim bir adam. Tüm ülkeyi yüksek vergilere bağlıyor, karşı çıkan bölgeleri de yakıp yıkıyor.
Bu zulme maruz kalan derebeyleri, sonunda güçlerini birleştirip kraldan “adalet” istiyorlar. Köşeyen sıkışan kral, “tamam, sizle bir anlaşma imzalayacağım, herkesin hak ve hukukunu tanıyacağım” diye söz veriyor. Filmin sonunda sözünden cayıp “hayır, kimse benim yetkilerimi sınırlayamaz” dese de, biliyoruz ki bir süre sonra buna mecbur kalacak. Ve ünlü “Magna Carta Libertatum”u yani “Büyük Özgürlük Anlaşması”nı imzalayacak.
1215 tarihli bu doküman, kralın yetkilerini hukukla sınırladığı için, Batı dünyasında demokrasinin ve siyasi liberalizmin öncüsü kabul edilir. Hakikaten de öyledir. Ancak az bilinen bir husus vardır ki, Robin Hood'un yönetmeni Riddley Scott, işte buraya dürüst bir gönderme yapmış.
Bu, filmin en siyasi sahnesinde geçiyor. Kral George, “Magna Carta” taleplerine direnirken, on yıl süren bir Haçlı seferinden yeni dönmüş olan kahramanımız Robin Hood sahneye çıkıyor şöyle bir şey diyor:
“Ben doğuda pek çok ülke gezdim ve gördüm ki en güçlü krallar, adaletle yöneten krallardır... Biz de İngiltere'de kanunla korunan bir özgürlük istiyoruz.”
Bu iki kısa cümle, aslında büyük bir tarihsel gerçeği ifade ediyor: Ortaçağ dediğimiz devir boyunca, Müslüman Doğu hemen her açıdan Hıristiyan Batı'dan çok daha ileriydi. Bu yüzden de Filistin'i işgal edip orada bir asıra yakın kalan Haçlılar, yemekten hijyene, bankacılık yöntemlerinden tıbba kadar pek çok “Müslüman icadı” öğrenip bunları Avrupa'ya aktarmışlardı.
İşte bu “Müslüman icatları”ndan biri de, “hukukun üstünlüğü” ilkesi idi.
O sıralarda Avrupa'da kanunları krallar buyuruyor ve bunlar da çoğunlukla “kral kanunun üzerindedir” prensibine dayanıyordu. Çünkü iktidara sahip olan kişi kendi eliyle kendi gücünü kısıtlamak istemiyordu. Bu da, Başbakan Erdoğan'ın son günlerde sık sık eleştirdiği “üstünlerin hukuku”nu yaratıyordu.
Oysa İslam medeniyetinde hukuk (yani “şeriat”), ilahi bir kaynağa dayandığı için, prenslerin, sultanların ve hatta halifelerin bile üzerindeydi. Şeriatı yapanlar, bu iktidar sahipleri değil din bilginleri (yani “ulema”) olduğu için de, şeriatın koruduğu temel değer, siyasi iktidarın menfaatleri değil, bireylerin haklarıydı.
İşte bazı Batılı tarihçilerin de itibar ettiği bir teoriye göre, bu “hukukun üstünlüğü” fikri, şeriattan yola çıkarak İngiltere'ye geldi ve hem Magna Carta'ya hem de liberal Anglo-Sakson hukuk geleneğine ilham kaynağı oldu. (BBC bu konuyu “Is English law related to Muslim law?” yani “İngiliz hukuku Müslüman hukukuyla ilişkili mi?” diye sorarak iki yıl önce gündeme getirmişti.)
İslam şeriatı ile Batı liberalizmi arasındaki bu “tarihsel bağlantı”yı ispatlamak zor olsa da, aradaki “ilkesel paralellik” barizdir.
Bu durum, bundan 150 yıl önce Namık Kemal veya Tunuslu Hayreddin Paşa gibi Osmanlı liberalerinin de dikkatini çekmiştir. Bu nedenle de anayasa, parlamento, insan hakları gibi “Batı icatlarını” benimserken aslında “şeriatın özünü ihya ettiklerini” düşünmüşlerdir.
“Batı'dan ne gelirse gelsin istemezük” diyenler, meseleye biraz da bu açıdan bakmak isterler mi?