İslami İdeal: Sosyal Devlet mi, Sosyal Toplum mu?
[12 Nisan 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
İslam'a sosyalist bir yorum getirenler, Hz. Peygamberin ünlü hadisine sık sık atıfta bulunur:
“Komşusu aç iken tok yatan, bizden değildir.”
Bu, bir Müslümanın “aç yatanlar”a ve tüm diğer muhtaçlara karşı kayıtsız kalamayacağının ilanıdır. Bu yüzden de (Ayn Rand gibi “bencillik savunucuları”nın öngördüğü tarzda) “vicdansız” bir kapitalizmi hiç bir Müslüman savunamaz. Savunmamalıdır.
Fakat İslam'ın “sosyal” boyutu, sosyalizminkinden epey farklıdır. Çünkü eğer ikincisine uygun bir “hadis” üretilseydi, muhtemelen şöyle bir şey olurdu:
“Komşusu aç iken, bu sömürü düzenini yıkmak için devrimcilik yapmayan, bizden değildir.”
Aradaki büyük fark, İslam'ın bireye ve cemaate “hayırseverlik” sorumluluğu yüklerken (ve bunu “zekât” ve “sadaka” ile kurumsallaştırırken), sosyalizmin “düzen değişikliği” istemesidir.
Bu fark o kadar büyüktür ki, çoğu sosyalist hayırseverliği bir rakip ve hatta düşman gibi görmüştür. Engels “Hıristiyan burjuvazinin ikiyüzlü hayırseverliğine” lanet okumuş, Oscar Wilde “hayırseverlik, çok sayıda günahın anasıdır” demiştir.
Bunun günümüz Türkiyesi'ndeki yansıması da solcuların “sadaka” kavramına karşı kullandıkları nefret ve aşağılama dolu dildir.
Peki sosyalistler neden hayırseverliğe karşı çıkar da illa “düzen değişikliği” ister?
Çünkü fakirliğin kapitalizm tarafından “yoktan yaratıldığına” inanırlar. Buna göre kapitalizm “zenginleri daha zengin, fakirleri daha fakir” yapmakta, çünkü birilerinin cebinden aşırıp ötekilerin cebine koymaktadır.
Karl Marx'dan Necdet Sezer'e
Bu varsayımla düşünen Marx, kapitalist ülkelerde zengin-fakir uçurumunun giderek açılacağını, bunun da devrimlere yol açacağını öngörmüştü. Ama öyle olmadı. Aksine, kapitalist Batı toplumlarında “orta sınıf” gelişti ve refah giderek yayıldı.
Çünkü gerçekte kapitalizm, fakirlik değil sadece zenginlik üretir. Sorun, bu zenginliği giderek yaysa bile herkese ulaştırmayışıdır. Kapitalizmin temel motoru olan “piyasa”nın yanına “sosyal” mekanizmalar konması da, bu yüzden zaruridir.
Marksist ekonomilerin çöküşünden gereken dersi çıkaran sol kökenli aydınlar bunu görüyor. Örneğin Etyen Mahcupyan, Taraf'taki köşesinde şöyle diyor:
“Bugün eğer ‘sosyalist' diye bir ideoloji hâlâ anlamlı olacaksa, bunun kapitalizmle ontolojik açıdan barış içinde olması ve kapitalizmi daha ahlaki ve eşitlikçi bir çizgide alternatif bir yola doğru bükmeye çalışması gerekiyor.”
Ama başta sözünü ettiğim devlet/toplum ayrımı, bu “bükme” çabası için de geçerlidir: Sol, sosyal adaleti hep devlet eliyle sağlamak ister. Onun de “komşusu aç iken,” “nerede bu sosyal devlet!” der.
Oysa sosyal devlet her şeye yetişemeyeceği gibi, bir dindarın kendi üzerine düşen hayırseverlik sorumluluğunu tümüyle devlete yıkması da pek ahlaki bir tutum değildir. Onun için Batı'da, özellikle de Amerika'da, dindarlar ve muhafazakarlar, sosyal devleti genişletmeye çalışmaktan ziyade sivil hayır kurumları (aşevleri, yurtlar, hastaneler, vakıflar) yoluyla ihtiyaç sahiplerine doğrudan el uzatmayı tercih eder.
Bu yolla ortaya çıkan “sosyal toplum”, bizdeki Müslüman aydınların çok endişe ettiği “sekülerleşme”ye (yani dinden uzaklaşmaya) karşı da hayli dirençlidir.
Çünkü, sanılanın aksine, modern çağdaki asıl sekülerleştirici güç kapitalizm değildir. Hem bireysel vicdanın hem de toplumsal bağların (ailenin ve cemaatin) yerine geçmeye kalkan aşırı büyük sosyal devlettir.
Bana inanmıyorsanız, Ahmet Necdet Sezer gibi ultra-laik devlet büyüklerimize kulak verin. Baksanıza, habire kızıp duruyorlar, “sosyal devlet zayıflıyor, boşluğu dini cemaatler dolduruyor” diye.