Etik Kurulda İlahiyatçı Ve Bilimperestlerin Tepkisi
[19 Nisan 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Sizin de dikkatinizi çekti mi, bilmiyorum. Ama Sağlık Bakanlığı'nın “etik kurulu” ile ilgili yeni tartışma, bana çok ilginç ve öğretici geldi. Tartışmanın konusu, “ilaç ve ilaç dışı klinik araştırmaların” ahlâkiliğini değerlendirecek olan bu kurula bundan böyle ilahiyatçı bir üyenin de katılacak oluşu. Yani “bilimin ahlâkı”na dair yapılacak tartışmalarda, dini bir bakış açısının da ifade bulacak olması.
Bu karara gelen tepkiler ise, Türkiye'deki yaygın pozitivist ezberin tekrarından ibaret.
Örneğin Türk Eczacıları Birliği Genel Sekreteri Özgür Özel, “bilimsel olan ile uhrevi olan arasında kesin bir ayrım bulunması” gerektiğini söyleyerek karara karşı çıkıyor. Tabipler Birliği Başkanı Prof. Gençay Gürsoy, CNNTürk ekranlarında, “tıp etiği, dini değil, bilimsel bir meseledir” diye itiraz ediyor. Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz da Türkiye'nin aydınlık insanlarını köşesinde uyarıyor:
“Bu yönetmelik, vakit geçirilmeden değiştirilmelidir ki bilimsel çalışmalar, dini taassubun kurbanı olmasın!”
Aslında eğer konu “bilimin ahlakı” değil de “bilimin yöntemi ve içeriği” olsaydı, bu itirazlara katılırdım. Çünkü bir din adamının kalkıp da, “kimya deneylerini şu hadis kitabına bakarak yapmalısınız”, yahut “kalp ameliyatını yaparken şu fıkıh kaynaklarına başvurmalısınız” demesi, kabul edilemez. (Aynı şekilde bir felsefeci de fizik çalışmalarını Aristo'ya dayandırmak isteyemez.)
Fakat bilimin nasıl işlediği ayrı bir mesele, onun hangi ahlâki ilkelerle yönetileceği apayrı bir meseledir. Ve bu ikincisi, bilimin kendi içinden yola çıkarak çözülemez.
Örneğin, fizik bilimi size “nükleer enerji” diye bir şey verir. Bununla isterseniz uslu uslu elektrik üretir ve böylece “insanlığa faydalı” olursunuz. İsterseniz de nükleer bomba yapar ve masum insanların tepesinde patlatırsınız. Bu ikincisini yapmamanız gerektiğini söyleyen hiç bir bilimsel kural yoktur. Sizi ancak bilim dışı yöl göstericiler, yani “mürşit”ler, durdurur.
Oysa başta sözünü ettiğim pozitivist ezber, bunu reddeder ve bizzat bilimin bir “yol gösterici” olduğunu ileri sürer. Yani, Atatürk'ün veciz ifadesiyle, “hayatta en hakiki mürşit ilimdir” der.
Bu yanılgısı nedeniyle Atatürk'ü mazur görebiliriz; çünkü bilimi “mürşit” sanmak onun devrinde Batı'da da epey yaygındı. Ancak sonrasında yaşanan vahim tecrübeler, bu “bilimperest” ezberi sarstı. Kendini “bilimsel” bir ideoloji sayan Nazizm'in ne korkunç işler yapabildiği, II. Dünya Savaşı'nda ortaya çıktı. Yahudilerin topluca imha edildiği “gaz odaları” da, Josef Mengele'nin toplama kamplarındaki korkunç deneyleri de alabildiğine “bilimsel” idi. Sorun, ahlaki “mürşit”lerden yoksun olmalarıydı.
Günümüzde bu kadar uç noktalara gidilmese de “bilimin ahlâkı”na dair pek çok önemli tartışma var. Kürtajdan klonlamaya, ötanaziden hayvanlar üzerinde yapılan deneylere kadar...
Bu etik meseleler konuşulurken, “seküler ahlâk” kadar dini ahlâkın da söz söyleme hakkı vardır. Hele de dini ahlâkın toplumda güçlü bir karşılığı varsa. (Ki Türkiye'de durum öyledir.) Bu yüzden de Sağlık Bakanlığı'nın “etik kurulda ilahiyatçı” düzenlemesi yerindedir.
Bu, Gençay Gürsoy'un ifadesiyle, “toplumsal yaşamın dinselleştirilmesinin” değil, bilimperestlerce toplumsal yaşamdan kovulmuş olan dinin hak ettiği demokratik role kavuşmasının bir örneği olacaktır.
İnanmayan gitsin “muasır medeniyet”e baksın. Ama 30'lu yıllardakine değil, bugünküne.