‘Habur Olayı' Doğru Bir Olaydı
[1 Mart 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Şu aralar muhalefet hükümetten dört ay önceki “Habur olayı”nın hesabını soruyor. CHP'nin İçişleri Bakanı hakkında verdiği gensoru önergesi AK Parti'ye “fire” bile verdirdi. Gensoru görüşmelerinde söz alan MHP'li Oktay Vural ve CHP'li Nur Serter, “açılım”a sağlı-sollu giriştiler. “Pis oyun”, “kara leke”, “utanç tablosu” gibi bildik laflar havada uçuştu. Uçuşmaya da devam ediyor.
Hükümet ise sanki biraz mahcup, biraz sessiz gibi.
Oysa Kürt sorununu az-buçuk bilen bir insan olarak ben kendi kanaatimi açıkça söyleyeyim: Bir grup PKK militanının silah bırakarak topluma katılmasını ifade eden “Habur olayı”, özünde doğru bir olaydı. Bir yanlış varsa, bu “olay”ın sembolize ettiği “PKK'nın silahsızlandırılması” sürecini el birliğiyle baltalamış olmamızdır.
Hukukçu değilim ve de meselenin hukuki değil siyasi yönüne bakıyorum. Bu açıdan ise durum aslında berrak. Türkiye'nin önünde iki seçenek var: Ya, PKK tam da “Habur olayı” gibi süreçlerle dağdan inip silahlı mücadeleyi bırakacak. Ya da “dağda” kalmaya ve Türkiye ile savaşmaya devam edecek.
Sayın Bahçeli bu ikinci seçenekte pek bir sakınca görmüyor olmalı ki, “gerekirse elli yıl daha savaşırız” dedi geçenlerde. Ama bu savaşı kimin çocuklarıyla verecek, daha kaç genci Güneydoğu'nun sarp dağlarında ölüme gönderecek, bizi o konularda pek aydınlatmadı.
Bu sorularda ısrar edersek, “ülkemiz bölünecekse hepimiz canımızı vermeye hazırız” gibi hamasi cevaplar da alabiliriz, ama bunlar pek bir anlam taşımaz. Çünkü doğru soru, Türkiye'nin bölünüp bölünmemesi gerektiği değil. (O, ancak, PKK ile savaş iyice tırmanır, kitleselleşir ve, Allah korusun, ülke “Yugoslavyalaşır”sa olabilir.)
Doğru soru şu: Belirli siyasi hedefleri ve kitle desteği olan, yöntem olarak da teröre başvuran bir “gerilla ordusu”yla yapılan “savaş”, nasıl sona erer?
Önce bu tanımda anlaşmak lazım, çünkü Türkiye on yıllarca yanlış tanımlarla kendini kandırdı.
Ben çocukken televizyonlarda PKK'dan “şakiler” diye söz edilirdi. Şakiler, yani yol kesip soygun yapan eşkıya...
Sonra “terörle mücadele” başladı. Bu nispeten daha uygun bir kavramdı, yine de yanlıştı. Çünkü terör başlı başında bir güç değil, o gücün kullandığı bir “taktik”tir. Dolayısıyla “terörle mücadele”, “tüfeklerle mücadele” veya “tanklarla mücadele” gibi anlamsız bir laftır aslında.
Türkiye'nin resmi dili, kendisine karşı teröre başvuran bu gücün ne olduğunu kabul etmeyi ise hiç istemedi. Sorumluluğu “sünnetsizler”e, “dış güçler”e ve “satılmışlar”a yıkmayı seçti. PKK'nın kurdurduğu partilerin neden her seçimde yüzde 5 civarında oy kazandığını sormadı, sordurtmadı.
Artık görmemiz gerekiyor ki, PKK, iki milyonu aşkın seçmeni, on binlerce ateşli taraftarı bulunan bir etnik milliyetçilik hareketidir. Buna karşı “efendim, devlet gitsin suçluları yakalasın” diyerek “çözüm” bulamazsınız. Koskoca Britanya dahi böyle bir “çözüm”ü IRA'ya karşı başaramamış, sonunda bir şekilde “siyasi çözüm”e gitmiştir.
Türkiye için de tek mümkün çözüm, meseleyi silahtan ve şiddetten olabildiğince arındırmak, siyasal ve sosyal zemine taşımak, ve “açılım”ı genişleterek “PKK tabanı”nı kazanmaya çalışmaktır.
Eğer bu yapılmaz, “daha fazla Habur” yerine “daha fazla kelepçe” yaşanırsa, “taş atan çocuklar” dayak yiye yiye hapislerde çürürse, ne olur biliyor musunuz?
Beş-on sene sonra bugünleri mumla ararız. Rahmetli Özal zamanındaki “ateşkes”in bitişine hayıflandığımız gibi, bugünkü “açılım”ın saman alevi gibi sönüşüne yanarız.
Çünkü bugün “taş atan çocuklar” o zaman çoktan “roket atan gençler”e dönüşmüş ve ülke yangın yerine dönüşmüş olabilir.