[24 Şubat 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
İnsanlara “bidon kafa” gibi enteresan yakıştırmalar yapmakla ünlenmiş bir köşe yazarı, geçenlerdeki bir yazısında şöyle diyordu:
“Türkiye'de her şeyin karaborsası olur. Hainin olmaz... Çünkü, haini en bol ülke Türkiye'dir.”
Bu, kuşkusuz yerinde bir tespit. Çünkü gerçekten de son seksen küsur yıldır ülkemiz vatan hainleri ile dolup taşıyor. Yüce devletimiz bir türlü önlerini alamıyor. Ancak bu konuda bizle yarışabilecek bir ülke daha var ki, söz konusu köşe yazarı, dikkatsizlikten olacak, onu atlamış.
Bu şirin ülke, Kuzey Kore. Oradaki laik cumhuriyet de, aynen bizde olduğu gibi, kurulduğu günden bu yana hainlerden muzdarip.
Biri Koreli diğeri Amerikalı olan iki araştırmacı, Kongdan Oh ve Ralph C. Hassig, “Kuzey Kore” başlıklı kitaplarında anlatıyorlar:
“Ülke nüfusunun yüzde 20-25'i ‘düşman sınıf' kategorisine giriyor ki, bunların siyasi ve sosyal ilerleme şansı oldukça düşük. Bu sınıf (Büyük Önder) Kim İl Sung'un rejimine karşı sözle veya fiiliyatla muhalefet göstermiş insanlardan oluşuyor. Devrim öncesinde toprak sahibi olanlar ve onların akrabaları, tüccarlık yapanlar ve önemli dini organizasyonlara üye olanlar da yine ‘düşman sınıf' içinde sayılıyor... Bunların iyi okullara gitmeleri, (ülkedeki tek parti olan) Kore İşçi Partisi'ne katılmaları veya mesleklerinde yükselmeleri ve lider pozisyonlarına gelmeleri imkansız gibi.” (North Korea: Through the Looking Glass, Brookings Institution, 2000, s. 134)
Tabii Türkiye'deki durum Kuzey Kore'dekinden çok daha iyi, çünkü bizde 1946'dan beri iyi-kötü de olsa işleyen bir “yarı-demokrasi” ve “dışa açılma” var. Bu sayede de bizdeki “tek parti” ve “tek lider” sistemi, Allah'tan, epey seyrelmiş durumda.
Ancak her iki ülkede de resmi ağızlar tarafından yapılan “vatan haini” tanımı hâlâ çok benzer. Çünkü her iki ülkede de, “vatan haini” olmak, aslında “resmi ideoloji muhalifi” olmak demek.
Mesela biliyoruz ki, Kuzey Kore'de “önemli dini organizasyonlara üye olanlar” gibi Türkiye'de de “tarikatçılar” iç düşman sayılıyor. Hatta hatırlarsanız 28 Şubat'ın gerekçelerinden biri, dönemin başbakanı Necmeddin Erbakan'ın “başbakanlık konutunda tarikat liderlerine yemek vermesi” idi. Erzincan'daki son çıngarın da yine bir “tarikat soruşturması”ndan çıktığı söyleniyor.
Oysa özgür ülkelere, mesela ABD'ye bakarsanız, “tarikatçılar”ın da normal insan sayıldığını, liderlerinin Beyaz Saray'a da başka her yere de girip çıkabildiğini görürsünüz. Hatta Amerikan başkanları her yıl bu “tarikatçılar”ın düzenlediği “ulusal dua kahvaltısı”na katılır, onlarla birlikte dua ederler.
Diyebilirsiniz ki, “ama kardeşim, bizim tarikatçıların rejimle sorunu var, bir türlü benimsemediler Cumhuriyet'i”.
İyi de nesini benimsesinler ki? Cumhuriyet 1923'te kurulmuş, iki sene geçmeden “tüm tarikatlar yasaktır” diye kestirip atmış. Adamlar mazoşist mi ki buna alkış tutacaklar?
Ha, bu “tarikatçılar” siyasetçilerle iş tutuyormuş, kendilerine musallat olan savcılara karşı hükümetten yardım istiyormuş. Tamam da başka ne yapmalarını beklerdiniz? Kendilerini gayrimeşru sayan bu sistemin içinde nasıl hayatta kalacaklar?
Sorunun kökeninde, otoriter Cumhuriyet'in bazı toplumsal kesimleri “var olmaması gereken yapılar” olarak kabul etmesi yatıyor. Bu dayatmaya boyun eğmeyenler de “vatan haini” ve “iç düşman” damgası yiyor.
Çözüm, önce toplumda var olan her kesimin meşruiyetini kabul etmek, ondan sonra da hepsinin hak ve özgürlüklerini garantileyecek bir demokrasi inşa etmektir. Aksi takdirde birbirimizi yemeye devam ederiz.