Alanson'un Umresi Ve Muhafazakâr Olmayan İman
[4 Ocak 2010 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Son çeyrek yüzyılda çok “MFÖ” (Mazhar-Fuat-Özkan) şarkısı dinledim ve hemen hepsini de çok sevdim. O yüzden Mazhar Alanson'un geçen hafta medyada yankılanan hatıralarını ayrı bir ilgiyle okudum. En ilginç bulduğum kısım da, başta Zaman olmak üzere bazı gazetelerin manşete çektiği “umre” hikayesiydi.
Anlattığına göre Hicaz'a umreye giden ve Peygamber'in makamını ziyaret eden Alanson, önce kendi kendine “Ulan Mazhar! Kütük bile ağlamış, senin şu haline bak” diye kızıyormuş. Ama sonra gerçekten duygulanıp göz yaşlarına boğulmuş. Bu arada onu gören bazı Türk hacılar da “Mazhar Bey biz sizin arkanızdan dönme, gayrimüslim diyorduk, utandık, hakkınızı helal edin lütfen” demişler. Helalleşilmiş.
Bu, bir taraftan hoş, insani ve de İslami bir hikaye. Ama diğer taraftan da muhafazakâr kesimde zaman zaman rastlanan bir soruna, “önyargı” ve “kategorize etme” ezberlerine işaret ediyor.
Bu ezberler, toplumun muhafazakâr olmayan, öyle yaşamayan, aksine Batılı (yahut eski tabirle “alafranga”) tarzda hayat süren kesimlerine karşı oluşmuş durumda. Bu kesimlerdeki insanların hepsinin tümüyle seküler, hatta “din karşıtı” olduklarını düşünen muhafazakârlar var.
Oysa durum elbette öyle değil.
Öncelikle şunu görmemiz lazım: Muhafazakar Türkler ile alafranga Türkler, ülkenin iki büyük sosyal kesimini oluşturuyorlar ve aralarındaki enteresan uçurum da büyük ölçüde yetişme biçiminden kaynaklanıyor.
Alafranga Türkler, Batı müziği dinleyerek, Amerikan filmleri seyrederek, “selamün aleyküm” yerine “merhaba” diyerek büyümüş, muhtemelen hiç “zemzem suyu” içmemiş ama şaraba ve rakıya aşina olmuş insanlar. Tüm bunlar da aslında onların seçimi değil; içine doğdukları ailenin ve çevrenin doğal bir sonucu.
Sosyal Kimlik, Kalbî İman
Buna karşı muhafazakârların ezici çoğunluğu daha bir Anadolulu. Küçük yaşta Kur'an kursuna gidip “sordum sarı çiçeğe” öğrenmiş, bayramlarda Avrupa kentlerine değil Eyüp Sultan'a gitmiş, Fransız mektebi yerine muhtemelen İmam Hatip'te okumuşlar. Tüm bunlar da, yine, aslında onların seçimi değil; içine doğdukları ailenin ve çevrenin doğal bir sonucu.
Burada görülmesi gereken kritik nokta ise şu: Dinle içiçe geçmiş bir kültürel ortamda büyümüş olmanız, sizin sahiden dindar olmanızı garantilemiyor. Öte yandan başka insanların dinden uzak bir kültürel ortamda yetişmiş olması, onların da kendilerine göre bir sahici bir dindarlık geliştirmesine engel değil.
Sahicilikten kastım, Allah'a olan imana ve sorumluluk duygusuna dayalı bir dindarlık. Alışkanlıklara ve “konu-komşu ne der” gibisinden sosyal endişelere değil.
Bunu asla unutmamak ve Türkiye'de sıkça kullandığımız “İslami kesim” ve “laik kesim” gibi kavramların sadece birer “sosyal kimlik” tanımlaması olduğunu akıldan çıkarmamak lazım.
“Sosyal kimlik” ise kalpteki “iman” eşdeğer değil. Aksine, “İslami kesim”de yer alan ama buradaki dini pratikleri sadece “konu-komşu” endişesi ile koruyan insanlar olabileceği gibi, ilk bakışta “laik kesim”e dahil edeceğiniz, oysa aslında kalbinde samimi bir iman bulunan nice insan da var.
Muhafazarlığın kültürel kodlarına değil, ama dinin özüne ilgi duyan bu insanların kültürel bir arayış içinde oldukları da seziliyor. Elif Şafak'ın modern bir tasavvuf uyarlaması olan başarılı romanı “Aşk”ın bu kadar çok satması, bunun son dönemde gördüğüm pek çok işaretinden biri.
Muhafazakâr yorumcular bu realiteye dudak bükmek yerine saygı gösterseler, kanımca daha İslami bir iş yapmış olacaklar.