Kapitalizm Müslüman'ın Yitik Malıdır (III)
[2 Ağustos 2009 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Benim hiç olmadı, ama modern dünyada pek çok insanın “çek defteri” var. “Çek yazmak” günlük hayatın bir parçası. Sanırım çoğumuz bu kavramın aslında Türkçe olmadığının, İngilizce “check” yahut Fransızca “cheque” kelimelerinden uyarlandığının farkındayızdır. Fakat pek azımızın farkında olduğunu sandığım bir başka gerçek daha var: Kelime aslında Batı dilleri için de yabancı. Gerçek kökü ise “yazılı belge” anlamına gelen Arapça “şakk” kelimesi.
Çünkü modern bankacılığın diğer bazı unsurları gibi “çek” de Ortaçağ'da Müslüman tüccarlar tarafından geliştirilmiş ve sonradan Avrupa'ya taşınmış bir teknik!..
Bu, bugün çoğumuza şaşırtıcı gelecek olsa da, aslında çok normal bir durum. Çünkü Ortaçağ'da sadece bilim, tıp, felsefe veya mimari yönünden değil, iktisadi açıdan da dünyanın en “ileri” bölgesi Arap/Müslüman dünya idi. Zaten iktisadi gelişme, diğer alanlardaki yükselişin motoruydu. Bunun da iki temel sebebi vardı. Birincisi ticareti, çalışmayı, para kazanmayı teşvik eden İslami öğretiydi. (Öyle ki, Cumartesi veya Pazar günleri dinlenmeyi emreden Yahudilik ve Hıristiyanlık'ın aksine, Kur'an-ı Kerim Cuma günü namaz vakti “alış-verişi bırakmayı” emrediyor fakat ardından hemen ekliyordu: “Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın.”)
İkinci sebep, İslam coğrafyasının dünya ticaret yollarının tam merkezinde yer almasıydı. Bu avantajı iyi değerlendiren Müslüman tüccarlar İspanya'dan Çin'e uzanan dev bir ticaret ağı geliştirdiler, Maxime Rodinson'un deyimiyle “ticari ve finansal kapitalizm” yarattılar. Aralarında Hanefi mezhebinin kurucusu “İmam-ı Azam” Ebu Hanife gibi alimlerin de bulunduğu bu tüccarlar gittikleri yerlere İslam'ı da taşıdılar. Örneğin Malezya ve Endonezya, hiç bir askeri “fetih” olmaksızın bu Müslüman tüccarların “tebliği” vesilesiyle Müslümanlaştı.
Bu ticari sistemin teorisini de “sosyolojinin babası” sayılan büyük Müslüman düşünür İbn-i Haldun kurdu. Mukaddime adlı ünlü eserinde toplumların zenginleşmesinin ancak devletin vergileri düşük tutması ve ticaret ve üretim için gerekli güvenliği sağlaması ile gerçekleştiğini savundu. Devletin üretim yapmasına (bugünkü deyimle “devletçiliğe”) karşı çıktı.
Bu “ticari kapitalizm” Ortaçağ İslam medeniyeti için o kadar kritikti ki, ilkinin zayıflaması ikincisinin düşüşünü getirdi. 13. asırdaki korkunç Moğol istilasının en kalıcı zararı sulama sistemleri ile birlikte ticaret ağlarını da parçalaması ve Mezopotamya'yı fakirliğe mahkum etmesiydi. Asıl öldürücü darbe ise Macellan'ın Ümit Burnu'nu dolaşarak Hindistan'a yeni bir yol bulması oldu. Bu, yüzyıllardır Ortadoğu ve Akdeniz'den geçen dünya ticaret yollarını Okyanuslar'a taşıdı. İslam dünyası artık “kenarda” kalmıştı.
Buna paralel olarak İslam düşüncesinde ticaretin itibarı da düşmeye başladı. Ulema, Kuran ve sünnette övülen ticareti “tamahkârlık yapar” diye kötüler oldu. Sonrası Osmanlı'dan malum: Müslümanlar ya köylü ya bürokrat oldular, “burjuvazi”yi ise gayr-ı müslimlerin tekeline bıraktılar.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi 20. yüzyılda da pek çok Müslüman “İslamcı oluyoruz” diye gidip düpedüz “sosyalist” oldu. İslam geleneğinde yeri olmayan ve dahası işlemeyen bir sistemin peşine takıldılar. “Batı'ya karşı koyuyoruz” diye Batı'yı zenginleştiren ekonomik sistemi reddettiler. Batı'da var diye demokrasiyi veya bilimi reddetmek gibi bir şeydi bu...
Türkiye'de yükselen “Müslüman burjuvazi”, işte en az beş asırdır süregiden bu “makûs talih”i tersine çevirmeye yönelik önemli bir adım. Değerini bilelim. Rüküşlük ve sefahat gördüğümüzde eleştirelim elbette, ama “çalışarak zenginleşme”yi, yani “kapitalistleşme”yi hedef almayalım. Bu, Müslüman dünyanın tam da ihtiyaç duyduğu şey.