Ak Parti Ve Kürt Sorunu (I)
[1 Aralık 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'deki liberal veya sosyal demokrat kalemlerin bir kısmının son dönemde AK Parti'den soğuduğu mâlum. Bunlar, hükümeti ilk yıllardaki reformist çizgiyi terk etmekle, giderek daha “milliyetçi” ve tutucu davranmakla, dahası “derin devlet”le uzlaşmakla suçluyorlar. AK Parti'nin gerçekten de ilk dönemindeki, özellikle de ilk yıllarındaki reformist çizgide olmadığı, en hafif ifadeyle bir “iktidar yorgunluğu” geçirdiği ise ayan-beyan ortada. Ama bu durumda karşısında “bu da olmadı” diye partinin “üzerini çizmek” mi, yoksa onu eleştirerek düzeltmeye çalışmak mı gerek? Ben bu konuda Gülay Göktürk'ün yaptığı yoruma katılıyor, AK Parti'yi “itmek” yerine “çekmek” gerektiğini düşünüyorum.
Özellikle de Türkiye'nin en derin ve tehlikeli problemi olan Kürt meselesinde... AK Parti, hem ülkeyi yönettiği hem de son seçimde “Kürt seçmen”den en fazla oyu alan parti olduğu için bu meselede çok önemli bir role sahip. Ama bu rolün sınırlarını da risklerini de iyi hesap etmek gerekiyor.
Biliyorsunuz, CHP tarafı, yıllardır, AK Parti'nin “Cumhuriyetin temel niteliklerini içine sindiremediğini” söyleyip duruyor. Bu partiyi değerli kılan şey de zaten bu. Çünkü bu “temel nitelikler”, demokrasinin var olmadığı ve zaten hiç de itibar görmediği bir devirde inşa edilmiş şeyler. Özellikle de iki tanesi çok kritik: Din özgürlüğünü kısıtlayan despot bir laiklik ve etnik kimlikleri reddedip bastıran asimilasyonist bir milliyetçilik. Bunların, din özgürlüğüne saygılı liberal bir laikliğe ve etnik kimliklere saygılı bir anayasal vatandaşlığa dönüşmesi, Türkiye'nin gerçek bir demokrasi olabilmesinin iki temel koşulu.
AK Parti'nin 2007 Temmuzunda kazandığı olağanüstü zafer, hem despot laikliğe hem de asimilasyonist milliyetçiliğe karşı dik durmasının sonucuydu. Sadece ülkenin yarısı değil, Güneydoğu'nun yarısından fazlası da bu tabloya bakıp “ampul”ün altına “evet”i bastı. Ama sonra biliyoruz ki “eğitim hakkı eşitliği”ni vurgulayan bir Anayasa değişikliğine ön-ayak olduğu için partinin başına gelmeyen kalmadı; kapatılmaktan kıl payıyla kurtuldu.
AK Parti'nin bu “musibet”ten “rejim bekçilerini kızdırmayalım, ne derlerse yapalım” nasihatını çıkarması elbette yanlış olur. Fakat bu “bekçileri” zıvanadan çıkarmanın bir faydası olmadığı da ortada. Dolayısıyla gereken çizgi, demokratikleşmeden caymamak, ama bu işi bir “karşı devrim” histerisi yaratmadan, paranoyaları körüklemeden, evrimsel bir süreçle götürmek. Özgürlüklerin sadece klasik AK Parti tabanı değil tüm toplum için genişletildiğini göstermek de özellikle gerekli. Bu açıdan Aleviler'in dini taleplerinin karşılanmasına yönelik son “açılım” gayet yerinde.
Hükümetin Kürt sorununda da acilen bir “açılım” yapması şart. 2007 seçiminden bu yana Kürt kimliğinin özgürleşmesi konusunda atılmış hiç bir yeni adım olmadığı gibi, pek çok yasak “eski tas, eski hamam” devam ediyor. Düşünsenize, Diyarbakır Barosu Başkanı Sezgin Tanrıkulu hakkında sırf “Kürtçe ajanda” bastırdığı için soruşturma açılabiliyor. Dahası, Kürtçe eğitim, Kürtçe televizyon gibi önemli taleplerde en ufak bir gelişme yok. Başbakan, “bekâra karı boşamak kolay” diyerek, bu talepleri yerine getirirse karşısına büyük zorlukların çıkacağını ima ediyor. Ama böyle demekle “Kürt seçmen” tatmin olmuyor. Çünkü bu seçmenin “iş ve aş” yanında, “kimliğe saygı” talebi de var.
“Bölgeyi” iyi tanıyanlar - ki bunların arasında AK Parti'ye hiç bir ideolojik husumeti olamayacak Altan Tan gibi önemli muhafazakar isimler de var - bu tıkanmışlığın AK Parti'yi Güneydoğu'da gerilettiğini söylüyorlar. Bu, önemli bir risk. Yerel seçimlerde sonuçlar iyi çıkmayabilir.
Kaldı ki yerel seçimlerde ve sonrasında AK Parti Güneydoğu'da birinci parti olmayı sürdürse ne olacak? PKK ve “tabanı” yok olup gidecek mi?
Devamı, Çarşamba'ya.