Şeriata Övgü
[21 Mayıs 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
ABD'nin önde gelen gazetesi New York Times, bundan iki ay kadar önce İslam hukuku hakkında çok uzun, kapsamlı ve önemli bir makale yayınladı. “Şeriat, Hukuk Devleti Anlamına mı Geliyor?” (Does Shariah Mean The Rule of Law?) başlıklı yazı, Harvard Üniversitesi'nden genç hukuk profesörü Noah Feldman'ın imzasını taşıyordu ve epey de “ezber bozucu”ydu.
Feldman, önce “ezber”e değiniyor ve şöyle diyordu: “Çoğumuz için ‘şeriat' kelimesi, kesilen eller, taşlanan zaniler ve baskı altına alınan kadınlar gibi korkunç şeyleri çağrıştırıyor.” Ama hemen ardından ekliyordu: “Oysaki, İslam hukuku, tarihinin büyük bölümünde, aslında dünya üzerinde var olan en liberal ve hümanistik hukuk ilkelerini sunmuştur.”
Feldman'ı bu yargıya ulaştıran analiz yöntemi, İslam hukukunu, geliştiği dönemin diğer hukuk sistemleri ile karşılaştırmaktı. “Şeriat”tan dehşete kapılan Batılılara şu hatırlatmayı yapıyordu:
“Geleneksel İngiliz yasalarının 5 şilinden yüksek hırsızlıklar ve daha pek çok suç için idam cezasını öngördüğünü bugün kim hatırlıyor? Ya da işkencenin 18. yüzyıla dek çoğu Avrupa ülkesinde adli sistemin meşru bir unsuru olarak kabul edildiğini kaç kişi biliyor? Cinsiyet ayrımcılığına gelirsek, İngiliz geleneksel hukuku (common law), evli kadınlara herhangi bir mülkiyet hakkı tanımıyor, hatta onlara kocalarından bağımsız bir hukuki kişilik bile atfetmiyordu. Öyle ki İngilizler elde ettikleri sömürgelerde şeriat hukukunu kaldırıp kendi hukuklarını uyguladıklarında, bunun sonucu, kadınları şeriatın kendilerine verdiği haklardan mahrum bırakmak oldu.”
Feldman, makalesinin devamında şeriatın İslam medeniyetinde modern çağlara dek iktidarı denetleyen ve toplumun haklarını koruyan bir adalet kaynağı olduğunu da hatırlatıyordu. Şeriatı geliştiren ulema, bazen dünyevi iktidarın hizmetine girmişse bile, çoğu zaman onu sınırlandırmış, keyfi idarenin önüne geçmişti. Feldman'ın deyimiyle, “şeriat, mahkemelerde kayırmayı yasaklamış, fakir ve zengine eşit muamale yapılmasını emretmiş, hatta bugün bazı Ortadoğu ülkelerinde yaşanan namus cinayetlerini lanetlemiş”ti.
Zaten Osmanlı'da sarayı protesto ederken kullanılan “şeriat isteriz” sözünün manası da aslında “adalet isteriz”dir.
Bugün ise “şeriat isteriz” sözü bize Taliban'ın korkunç düzenini hatırlatıyor. Bu da elbette sebepsiz değil. Feldman'ın da vurguladığı gibi, İslam hukuku, “içtihat” geleneğinin sönmesi ise durağanlaşmış ve çağın standartlarının çok gerisine düşmüş durumda. Ama bunun nedeni, şeriatın özünde var olan bir sorun değil, Müslüman dünyanın son iki yüzyıldır içine düştüğü kriz. Bunun sebepleri ise dini değil, siyasi, ekonomik ve coğrafi.
Zaten kendini geliştirmeyen her hukuk sistemi çağın gerisine düşer. Atatürk döneminde yapılan büyük kadın reformu bile bugünün standartlarının gerisinde kaldı ki, 2001-2004 yılları arasında bir dizi hukuki düzenleme ile kadınlara yeni haklar verdik. İslam hukuku da, eğer bazı ilahiyatçıların belirttiği gibi hükümlerin “lâfzından” ziyade “maksadını” dikkate alan dinamik bir “usül” ile yorumlanırsa, pekâlâ gayet “liberal ve hümanistik” olabilir. Zaten Feldman'ın dediği gibi, yüzyıllar boyunca öyle olmuştur.
Bunları yazmaktaki amacım ise Türkiye'ye “şeriat düzeni” önermek filan değil. Aksine Türkiye gibi çok renkli toplumlarda hukuk düzeninin mutlaka laik olması gerektiğine, aksi takdirde belirli bir inancın ve hatta mezhebin despotizmiyle yüz yüze kalacağımızı düşünüyorum. Ancak “şeriat” kavramını öcüleştirmek doğru değil. Taliban'a veya Suudi Afganistan'a baktığımızda kınamamız gereken şey, bizatihi “şeriat” değil, onu bağnaz, katı ve (“İslami feministler”in ifadesiyle) “erkek egemen bakışla” yorumlayan zihniyet.