Şeriat ‘Geliyor' Mu, Yoksa ‘Elden Gidiyor' Mu?
[19 Mayıs 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Internet üzerinden propaganda işi son yıllarda ülkemizde iyice yaygınlaştı. Siz hiç talep etmediğiniz halde birileri sizi “email listesi”ne ekliyor ve kendi görüşlerini içeren upuzun metinleri nerdeyse her gün adresinize postalıyor. Bu “davetsiz misafirlik”, pek nazik ve düşünceli bir tutum olmadığı gibi, aslında “internet yasaları”na da aykırı.
Neyse... Asıl değinmek istediğim, gelen mesajların içeriği. Özellikle de “şeriat” ile ilgili olanları. Bu konuda birbirine tümüyle zıt iki görüş var. Bir grup, Türkiye'nin hızla “şeriat rejimine sürüklendiği” iddiasında. Kanıt olarak da, en çok, başta siyasetçi eşleri olmak üzere başörtülü hanımların fotoğraflarını kullanıyor. “İçki yasağı” gibi aslı-astarı olmadığı çoğu kez sonradan ortaya çıkan şehir efsaneleri de cabası.
Ama bir de “şeriat”ın hızla dejenere olduğunu, hatta “elden gittiğini” düşünenler var. Böyle düşünenlerin kurduğu bir “email grubu”, geçenlerde Milli Gazete köşeyazarı Mehmet Şevket Eygi'nin yazdığı bir makaleyi göndermişti. Sayın Eygi, yazısında, İstanbul Müftülüğü Türk Tasavvuf Musikisi Kadınlar Korosu'nun, Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle düzenlediği bir konseri sert şekilde eleştiriyordu. Ona göre kadınların erkeklere konser vermesi, “İslâm tarihinde görülmemiş bir bid'at”, “büyük bir günah” ve “dinde yenilik ve dinde reform kapısını açan” korkunç bir hata idi. “Bu hadiseyi,” diyordu Sayın Eygi, “Kitabullah'a, Resulün sünnetine, fıkha, şeriata bağlı bir Müslüman olarak protesto ediyorum.”
Buna benzer zıt yorumlar, son yılların tartışmalı konularından “tesettür defileleri” için de yapılıyor. Eygi gibi düşünen dindarlara göre, bu defileler, Müslümanların “çağdaşlık” uğruna ilke ve değerlerinden taviz verişinin sembolü. Oysa öte yanda da aynı olguyu “çağdaş yaşam biçimine tehdit” ve ülkenin “laiklikten uzaklaşması” olarak tanımlayanlar var.
Peki gerçekte ne oluyor Türkiye'de? Şeriat “geliyor” mu, yoksa “elden gidiyor” mu?
Cevap, hiçbiri. Yaşanan sürecin özü, onyıllardır toplumun “kenarına” itilmiş olan dindar/muhafazakar kesimin, hem fiziksel hem de kültürel olarak “merkez”e gelmesi. Bu kesimi görmeye pek alışık olmayan “çağdaş”lar, “aman, dinciler geliyor” diye paniğe kapılıyor. Öteki tarafta da, “fazla açıldık, nereye gidiyoruz” diye itiraz edenler var.
“Tesettür defilesi” aslında çok sembolik bir örnek. “Tesettür” dini, “defile” ise modern bir kavram. İkisi bir araya gelince, laikçiler bunu “modernlik elden gidiyor” diye anlıyor. Mutaassıp dindarlar ise “din elden gidiyor” diye düşünüyor. Aslında yaşanan şey, dindarlık ile modernliğin içiçe girmesi.
Peki bu iyi bir şey mi?
Yine nereden baktığınıza göre değişir. Eğer modernliği “dinin toplumsal yaşamdan kazınması” diye Sovyetik bir biçimde anlıyorsanız (ki Türk seçkinlerinin bazıları anlar), o zaman panik ataklara kapılabilirsiniz. Yahut eğer dindarlığın ancak geleneksel kalıplar içinde korunabileceğini düşünüyorsanız, yine endişelere gark olabilirsiniz.
Ancak “hem modern, hem dindar olunabilir” diyenler için de iş o kadar basit değil. Çünkü tüm bu süreç içinde dinin ruhunun seyrelmesi, dini değerlerin sadece sembollere indirgenirken manevi ve ahlaki boyutun yozlaşması gibi bir tehlike var. Dahası “modern dünya” sadece maddi araçlardan ibaret değil. İçerdiği felsefeye, bilime, siyasi ve ekonomik düzene nasıl bir yorum getiriyorsunuz; asıl mesele burada.
Bu arada, unutmadan, bu işlerin “laiklik”le hiç bir ilgisi yok. Laiklik devletle ilgili bir ilkedir; burada ise toplumdan söz ediyoruz. Devlete tek düşen, gölge etmemek.