Diktatörler ‘Bağımsızlık' Sever
[14 Nisan 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Son bir kaç haftadır Türkiye'deki demokrasi muhaliflerinin ortak bir öfkesi var. Hepsi, bir ağızdan, Jose M. Barroso veya Olli Rehn gibi Avrupa Birliği yetkililerine köpürüyor, onları “sakın ha iç işlerimize karışmayın” diye uyarıyorlar. “İç işlerimiz” dedikleri de, halkın yarısının oyunu almış meşru bir partiyi tasviye etmeye yönelik “yargısal darbe” süreci.
Yani, aslında söz konusu demokrasi muhalifleri, AB yetkililerine ve tüm diğer “özgür dünya”ya, mealen, “siz ne karışıyorsunuz kardeşim, kendi memleketimizde ağız tadıyla bir darbe yapamayacak mıyız?” demiş oluyorlar.
Bunun bir başka versiyonunu da AB temsilcileri Türkiye'deki işkence sorununu gündeme getirdiğinde duyardık. Yine mealen şöyle derdi bizimkiler: “Siz ne karışıyorsunuz kardeşim, kendi vatandaşlarımıza ağız tadıyla işkence yapamayacak mıyız?”
Türkiye'yi demokrasiden, özgürlükten ve insan haklarından mahrum bir tür yarı-dikta rejimine mahkum etmek isteyenlerin işte böyle bir “dış dünya” sorunu var. Hayal ettikleri ve zaten kısmen de kurmuş oldukları rejim, uluslararası dinamiklere ters düşüyor. Özellikle Batı dünyasının kabul ettiği siyasi kriterler; demokrasi, halk oyu, bireysel özgürlükler, kültürel haklar, din özgürlüğü gibi “zararlı” fikirleri dayatıp duruyor. Onun için ulusal Jakobenler uluslararası sistemden hiç hazzetmiyor. Aralarında sadece üslup farkı var. Doğu Perinçek biraz daha sert, Deniz Baykal ve Onur Öymen biraz daha yumuşak.
Söz konusu demokrasi muhalifleri, dış dünyanın “demokrasi” talebi karşısında “bağımsızlık” kavramına sığınıyorlar ki, bunda şaşılacak bir şey yok: Modern dikta rejimlerinin hemen hepsi “bağımsızlık” meraklısıdır.
Mesela Kuzey Kore... Bu ülke, malum, dinle hiç alakası olmayan bir “laik cumhuriyet”. Ama aynı zamanda demir yumrukla yönetilen bir açık hava hapishanesi. Kuzey Kore rejimi, kurduğu baskı düzenini meşrulaştırmak için “putlaştırılmış lider” karizmasına dayanıyor. Ülkenin kurucusu olan Kim Il Sung, “Ebedi Önder” veya “Mangyongdae'de Doğan Güneş” gibi insan-üstü sıfatlarla tanımlanmış ve “Kim Il Sungçuluk” adı verilen resmi ideoloji tüm topluma dayatılmış durumda. (Mangyongdae, hazretin doğum yeri.)
Kim Il Sungçuluk ideolojisinin en önemli unsuru ise “Juche” adı verilen doktrin. Bu, Kuzey Kore dilinde “bağımsız duruş ve kendi kendine yetme ruhu” anlamına geliyor. Juche'nin üç sacayağı var: Chaju, yani “siyasette bağımsızlık”. Charip, yani “ekonomide kendi kendine yeterlilik”. Ve Chawi, yani “ulusal güvenlikte uyanıklık”.
İşin kötü tarafı şu: Bu “bağımsızlık” demagojisi ile uyutulan halk, korkunç bir hayata mahkum edilmiş durumda. Vatandaşların yarısından fazlası fakirlik sınırı altında yaşıyor. 90'ların ikinci yarısındaki büyük kıtlık sırasında açlıktan ölenler milyonları bulmuş durumda. Ülkedeki “düşünce suçlusu” sayısının da 150 ila 200 bin arasında olduğu tahmin ediliyor.
Sınırın hemen aşağısındaki Güney Kore ise dünyaya açılmış ve bu sayede kalkınmış, zenginleşmiş bir ülke. Samsung, Hyundai gibi markalarının başarısı ortada. Ama Kuzey Kore yönetimi kendi vatandaşlarına sürekli telkinde bulunuyor: “Sakın özenmeyin Güney'e! Biz sizi onların boyun eğdiği dış düşmanlardan koruyoruz. Biz tam bağımsızız!”
Yanlış anlamayın; bir milletin kendi kaderine hakim olması anlamındaki bağımsızlık, elbette vazgeçilemez bir değer. Sizi yabancıların boyunduruğu altına girmekten kurtaracak ilke, o. Ama tüm dünyadan “bağımsız” olup da yerli malı despotların boyunduruğu altına girmişseniz, ne fayda...
İşin doğrusu şu: Aynı laiklik gibi, bağımsızlık da ancak demokrasiye hizmet ettiği zaman anlam taşıyor. Demokrasiden mahrum “tam bağımsızlık laik cumhuriyet” modelinden de işte Kuzey Kore gibi bir şey çıkıyor.