Demek ki Konuşunca Oluyormuş
[12 Mayıs 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Son bir kaç haftadır Kuzey Irak'ta iyi gelişmeler var. Önce, Bağdat'a giden Başbakanlık Özel Danışmanı Ahmet Davudoğlu ve Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin (KBY) başbakanı Neçirvan Barzani ile görüştü. Ardından KBY'nin devlet başkanı Mesud Barzani, PKK'ya şiddete son verme çağrısında bulundu. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, bunu “olumlu yaklaşım” olarak değerlendirdi. Mesud Barzani de “Türkiye ile aramızda psikolojik engeller kalktı” açıklamasını yaptı.
Kısacası, bizim çoğunlukla “Kuzey Irak Kürt Yönetimi” dediğimiz, resmi adı ise “Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi” olan siyasi otorite ile Ankara arasında iyi bir diyalog başladı. Bunun, hem PKK'ya karşı ortak tavır anlamında, hem de diğer bir çok yönden, olumlu sonuçlar vermesi olası gözüküyor. Bu işte önemli bir rol oynayan Prof. Davudoğlu ile Elçi Özçelik'i ve katkısı olan diğer herkesi kutlamak lazım.
Oysa çok değil bundan altı ay önce Türk medyasının geniş bir kısmında ve Ankara'daki bazı çevrelerde “gidelim Kuzey Irak'ı vuralım,
Barzani'ye ağır bir ders verelim” havası hakimdi. Hükümet, Allah'tan, bu ajitasyona gelmedi. PKK terörüne, bu örgütün tam da isteği gibi bir Türk-Kürt çatışmasıyla değil, diplomasi cephesi ağır basan çok yönlü bir stratejiyle karşılık verdi. Bush-Erdoğan görüşmesinden Kuzey Iraklı Kürt liderlere önemli bir mesaj çıktı. O günden bu yana da durum iyiye gidiyor.
Yani, demek ki, konuşunca oluyormuş. Demek ki, bir komşunuzla sorun yaşadığınızda, “gelir oraya tepeleriz sizi” diye tehditler savurmak yerine, önce diyalog kurmayı denemek daha akıllıcaymış.
Bunu Türkiye'de çoktandır söyleyenler var aslında. Başta Cengiz Çandar olmak üzere, Irak'ı bilen, Kürt meselesinden anlayan pek çok yorumcu, kuzeydeki yönetimin negatif tavrının bizim tehditkâr ve “adam yerine koymayan” üslubumuza karşı bir tepki olduğunu, durumun diplomasiyle düzeltilebileceğini söylüyor.
Ben de aynı görüşü çeşitli kereler dile getirmiştim. 20 Nisan 2007 tarihli Radikal'deki “Türk Neo-conları Irak Konusunda Yanılıyor” başlıklı yazımda, “sadece terör örgütü PKK ile değil tüm bir ‘Irak Kürtlüğü' ile savaşmak niyetinde” olanları eleştirmiş ve “Türkiye'nin Kürt vatandaşlarını kucaklayıp Irak Kürtlerine el uzatmak gerektiğini” vurgulamıştım. Dağlıca olayının hemen ardından Star'da yazdığım
“PKK'yı Yenmek, ‘Kürtlüğü' Kazanmak” başlıklı yazımda da şöyle demiştim: “Hem askerlerimizin süngüleri hem de kanaat önderlerimizin söylemleri, PKK'dan başka hiç bir hedefe yönelmemeli; cepheyi genişletmemeli, aksine daraltıp terör örgütüne odaklamalıyız”.
Türkiye'deki malum çevrelerin bu konuda hep katı ve hatta irrasyonel davranmalarının en önemli sebebi, resmi ideolojinin zihinlerimize kazıdığı “Kürdofobi.” Onyıllarca yıl “Kürt” kelimesini duymaya bile tahammülümüz yoktu. Şimdi ona alışmaya başladık, ama bu sefer de “Kürdistan” lafını işitince sigortalar atıyor.
Oysa “Kürtlerin yaşadığı bölge” anlamında coğrafi bir “Kürdistan” en az Selçuklular'dan bu yana var. Osmanlı'da da bu ifade kullanılmış, hatta Tanzimat döneminde bir ara “Kürdistan eyaleti” bile kurulmuştu. Bugün de dünyada bizden başka bu kavramdan rahatsızlık duyan kimse yok gibi.
Elbette bizdeki endişe sebepsiz değil: Irak'taki “Kürdistan”ın varlığını kabul edersek, sınırın kuzeyi için de aynı tanım getirilir diye korkuyoruz. Oysa Türkiye'deki sosyal hareketlilik “Kürdistan” denebilecek bir coğrafyayı büyük ölçüde ortadan kaldırmış durumda. Kürt vatandaşların yarısından fazlası artık batıda yaşıyor ve en büyük “Kürt şehri” İstanbul.
Irak'taki realiteyi reddetmek yerine, Türkiye ile Irak arasındaki bu büyük farkı vurgulamalıyız. Realiteleri reddetmekle bugüne kadar ne elde ettik ki zaten?