‘Politik Çözüm'ün Parametreleri
[10 Mart 2008 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Bazılarımız için “Kürt sorunu” ve “politik çözüm” kavramları hala bir tabu. Ama emekli generallerin bile “bu konuda bugüne kadar yanlış yaptık” dediği ve muvazzafların da “askeri çözümün yetmediğini” kabul ettiği bir devirde, artık biraz daha açık düşünmek lazım. Bunu yaparken de evvela her iki “taraf”ta var olan bazı ezberleri bozmak gerek.
Önce “Türk milliyetçisi” olan tarafla başlayalım. MHP sözcüleri, sık sık, “bu ülkede hiç bir zaman Türk-Kürt ayrımı yapılmamıştır” diyor ve böylece “ortada düzeltilecek bir hata yoktur” demeye getiriyorlar. İyi ama Kürtler de zaten “ayrımcılık”tan çok, onun tam tersi olan “asimilasyon”dan muzdarip. Bulgaristan'daki Jivkov rejimi de kimseye “ayrımcılık” yapmıyor, herkese eşit şekilde “Bulgarlık” dayatıyordu. Demokratik bir devlet, sadece ayrımcılık yapmamakla kalmaz, aynı zamanda vatandaşlarının farklı kimliklerine, dillerine, inançlarına saygı gösterir.
Dolayısıyla kendini “Kürt” olarak tanımlayan vatandaşlarımızı (illa “Kürt kökenli” olmak zorunda değiller) öyle kabul etmek, dil ve kültürleri üzerindeki tüm baskıları kaldırmak gerek. Buna, “anadil eğitimi”ni serbest bırakmak da dahil. Ama burada bir noktanın altını çizmek lazım: Devletin, Türkiye'nin resmi ve ortak dili olan Türkçe'yi her vatandaşa öğretme hakkı ve yükümlülüğü var. Bazı öğrencileri Türkçe'den mahrum bırakan bir “Kürtçe eğitim sistemi” hem toplumsal entegrasyonu engelleyecek, hem de bu öğrencileri dezavantajlı kılacaktır. Ancak Türkçe'nin yanında “seçmeli ders” olarak Kürtçe'ye, yüksek öğrenim düzeyinde de “Kürt Dili ve Ebebiyatı”na veya “Kürdoloji”ye engel olmanın hiç bir mantığı yok.
Peki ya Kürt milliyetçilerinin talepleri? Örneğin federasyon? Olmaz!.. Sebebi ise sadece Türkiye'nin “üniter devlet” olarak kurulmuş olması ve “federasyon mefhumu”nun bilinmemesi değildir. Asıl sebep, merhum Orhan Kotan gibi Kürt aydınlarının da işaret ettiği gibi, Türkiye'de etnik federasyonu gerektirecek bir “nüfus kompozisyonu”nun olmayışıdır. Irak'tan farklı olarak, bizde Kürt vatandaşlar ülke geneline yayılmıştır ve çoğu artık güneydoğuda değil batı illerinde yaşamaktadır. “En büyük Kürt şehri” Diyarbakır değil İstanbul'dur. Böyle içiçe geçmiş bir nüfus yapısında federasyonu zorlamak, sadece hayalperestlik olmakla kalmaz, aynı zamanda karşılıklı etnik milliyetçiliği körükleyecek tehlikeli bir macera olur.
Peki ya Kürtlerin “kurucu unsur” olarak Anayasa'da belirtilmesi? Bunu talep eden Kürt aydınlarının “tanınma” isteğine empatiyle yaklaşsak bile, bu da iyi bir fikir değildir. Türkiye'nin kuruluşunda ve bugününde “Türk ve Kürt” diye belirgin iki unsur yoktur ki... Eğer Kürtleri sayarsanız, Lazları, Arapları, Çerkesleri veya Boşnakları da mı listeye eklemek gerekecektir? Peki ya “Kürt” dediklerinizin bazıları “hayır, biz Zazayız” derse ne olacaktır? Hangi etnik grubu “esas” sayacak, hangilerini es geçeceksiniz?
Aslında kurucu unsur olarak zikredilmeyi isteyen Kürtler, farkında olmadan, tam da kendilerini mağdur etmiş bir zihniyeti yansıtıyorlar: Vatandaşların kimliğinin devlet tarafından yasayla tanımlanması! Gerçekte yapılması gereken şey, bunun “Sivil Anayasa”yla tümden ortadan kaldırılmasıdır. “Her vatandaşa Türk denir” hükmü yanlış olduğu gibi, bazılarının “Kürt” diye kategorize edilmesi veya yeni bir icadla hepsine “Türkiyeli” denmesi de yanlıştır.
Anayasa, asıl devleti tanımlamalı ve sınırlandırmalı. Vatandaşlara gelince, bırakın, kimliklerinin ne olduğuna kendileri karar versinler. “Politik çözüm”ün yolu oradan geçiyor.