Akıl Ve Bilim Gerçekten De 'Mürşit' Midir?
[12 Aralık 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'deki katı laiklik savunucularının en değer verdiği kavramların başında “akıl ve bilim” gelir. Onlara göre tüm toplumun bu ikisini yol gösterici edinmesi şarttır. Aksi takdirde “aydınlığa” varamayız. Hele de dini değerleri yol gösterici edinirsek, başımıza feci işler gelir ve sonunda hep birlikte “karanlığa” gömülürüz.
Bu söylemin sahiplerinin din konusunda bazı klasik “öcü”leri vardır. Hıristiyanlık'tan söz ettiklerinde andıkları tek şey “Ortaçağ karanlığı”dır. İslam'dan konu açıldığında ise örnekler daha günceldir. Suudi Arabistan, İran, Taliban Afganistanı gibi despot rejimler sıralanır önümüze; dine değer verenlerin başına neler geldiğini ibretle anlamamız için.
Aslında bu seçme örnekler, meselenin yalnızca bir yüzüdür. Öte yanda, modern dünyanın (bilimin, kapitalizmin veya demokrasinin) yükselişinde Hıristiyanlık'ın oynadığı önemli rol vardır. İslam dünyası da, ilk altı asrında, ilhamını dinden alan görkemli bir medeniyet kurmuştur. Ama “laikçiler” dinin sadece en kötü temsilcilerini görür ve gösterirler.
Fakat bunu yaparken de kritik bir noktayı göz ardı ederler: Kendi savundukları dünya görüşünün de feci, hem de çok feci temsilcileri vardır. 20. yüzyılın iki büyük felaketi olan Nazizm ve komünizm gibi...
Bu iki kanlı ideoloji de alabildiğine “akıl ve bilim” temelliydi. Naziler, milyonlarca insanı gaz odalarında topluca öldürürken gayet “bilimsel” bir iş yaptıklarını düşünüyorlardı. İnandıkları Sosyal Darwinist ırk teorisine göre, “aşağı ırkların ve bireylerin temizlenmesi”, insanlığa bir hizmetti.
20. yüzyıl boyunca yaklaşık 160 milyon insanın ölümüne neden olan komünizmin de bir diğer adı “bilimsel sosyalizm”di. “Bir kişinin ölümü trajedidir, milyonların ölümü ise istatistik” diyen Stalin, gayet “akılcı ve bilimsel” bir diktatördü.
Zaten dünya “akıl ve bilim”e dayalı ideolojilerden böyle korkunç sonuçlar da çıkabildiğini gördüğü için, 20. yüzyılın ilk yarısındaki pozitivist hayaller, ikinci yarıda terk edildi. (Bizim “çağdaşlaşmacılar” 1930'larda donup kalmış oldukları için durumdan habersizler.) Bugün Batı dünyası bilimin bir “mürşit” yani yol gösterici olmadığı çoktan anlamış durumda. Çünkü bilim değer yargıları üretmiyor. Size sadece evrenin nasıl işlediğini öğretiyor ve teknoloji kazandırıyor. Örneğin bilim sayesinde atomu parçalayabilirsiniz. Bununla insanları yok edecek bir nükleer bomba yapıp yapmamak, bilimin karışmadığı “ahlaki” bir konudur.
Peki akıl? Onun da size doğruyu göstereceğine dair bir garanti yoktur. Zaten o yüzden bir biriyle zıt yüzlerce akıl ürünü felsefe vardır. Dahası salt akıl yoluyla ahlak inşa etmeye kalktığınızda çok zorlanırsınız. Size, “komşun aç iken tok yatma” diyecek rasyonel bir buyruk bulamazsınız.
İşte bu yüzden günümüzde pek çok Batılı düşünür “dinin ve geleneğin önemi”ni keşfediyor. Demokratik, özgür ve açık bir toplumda, sadece akıl ve bilime değil, aynı zamanda dine ve geleneğe de ihtiyaç olduğunu söylüyorlar.
Çünkü insan sadece akıldan değil, aynı zamanda his ve sezgilerden beslenen, “madde”nin yanında “mânâ” boyutu da olan bir varlık.
Zaten tam da o yüzden “akıl ve bilim” tutkunları da çok geçmeden kendilerine “yapay din”ler yaratıyor, Anıtkabir'den “türbe” 10. Yıl Marşı'ndan “ilahi” üretiyorlar ya...