‘Mahalle Baskısı' Devlet Baskısını Aklamaz
[1 Ekim 2007 tarihli Star gazetesinde yayınlandı]
Türkiye'nin “beyaz” vatandaşları, korku açlıklarını uzun zaman Suudi Arabistan ve İran sayesinde bastırmışlardı. Ama başkaları kadar hızlı olmasalar da kendilerini yeniliyorlar. Bundan bir ay öncesinde haritada yerini bile gösteremeyecekleri Malezya'yı keşfediverdiler hemen. Bir de Prof. Şerif Mardin'den duyup yalap-şalap anladıkları “mahalle baskısı”nı.
Kuşkusuz “mahalle baskısı” hayali bir problem değil. Ülkemizin muhafazakar köylerinde, kabasalarında ve semtlerinde, dinen doğru sayılan bir yaşam biçimini empoze eden bir atmosfer pekala olabilir. Ama çoğu aklı başında yazarın da işaret ettiği gibi, Türkiye'de sadece muhafazakar değil “laik” mahalleler de bulunuyor. Başörtülü hanımların iğneli bakışlara hedef olduğu, ancak müstahdem statüsünde kabul gördükleri nice “çağdaş” ilçe, cadde ve “plaza” var. Ve bu mahallelerdeki ağzı bozukların dilinden hemen her gün “sıkmabaş” ve hatta “kara fatma” gibi hakaretler saçılıyor.
Aslında modern bir ülkede farklı değer yargıları ve yaşam biçimlerinin bulunması doğaldır. Batı'da durum tam da öyledir. ABD'de eşcinsellerin bayrak diktiği “ultra liberal” yerler olduğu gibi, içki satışına izin verilmeyen (Frenkçesi'yle “dry”) alanlar, mutaassıp Hıristiyan veya Yahudi kültürünün tümüyle egemen olduğu bölgeler de vardır. Farklılıkların bu denli belirgin olduğu bir toplumda huzuru koruyacak olan en önemli şey de hoşgörüdür. Türkiye'de bunun eksikliğini çok hissediyoruz.
Ama keşke sorunumuz sadece bundan ibaret olsaydı. Keşke Türkiye vatandaşlarının maruz kaldığı baskılar, sadece “mahalle”lerden gelseydi. O zaman çoğulculuğu ve diyalog kültürünü yayarak bir çözüm geliştirebilirdik.
Ancak, hayır, hoşgörü eksikliğinden çok daha büyük bir problem var ortada. Problem daha büyük, çünkü toplumla değil devletle ilgili. Çünkü toplumdaki mahalleler karşısında tarafsız olması gereken devlet, bunlar arasında açıkça taraf tutuyor. Devletin demokratik denetime pek açık olmayan çatık kaşlı “kurumları“, bazı mahallelerin sakinlerini kendi has vatandaşları olarak kabul edip korurken, diğerlerine tepeden bakıyor. Hatta onları “iç düşman” ilan edip, haklarını ellerinden alıyor.
Üniversitelerde ve bir Türkiye icadı olan “kamusal alan”da süregiden başörtü yasağı, söz konusu “taraf tutan devlet”in en göze batan icraatı. Başörtülü vatandaşlar, diğerleriyle aynı oranda vergi ödemelerine, aynı vatandaşlık sorumluluklarını yerine getirmelerine rağmen, eğitim hakkından mahrum bırakılıyor, “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi görüyorlar.
“Muasır medeniyet”te örneği bulunmayan bu yasak, bugün Türkiye'deki en büyük özgürlük problemidir. Buna taraftar olmanın demokratlıkla bağdaşır yanı yoktur. Laik mahallelerin sakinleri, muhazakar kesimdeki bazı bağnaz insanlardan yakınmakta haklı olabilirler. Ama bu, o kesime karşı devlet eliyle ayrımcılık yapılmasını meşru kılmaz. Mahalle baskısı, devlet baskısını aklamaz.
Yasak savunucularının “ama onlara özgürlük verilirse, bu defa bize baskı yapılır” şeklindeki itirazı ise komiktir. Irkçı bir rejimin devamını savunmak ve “zencilere eşit haklar verilirse, sonra belki beyazlar ezilir” demek gibi bir şeydir. Oysa bugün Türkiye'de kimse “beyaz”ları ikinci sınıf haline getirmeyi hedeflemiyor. Tartıştığımız şey, herkesin birinci sınıf vatandaş haline gelip gelemeyeceği.
Eğer buna izin verilmeyecekse, o zaman başka bir düzenleme lazım ki, o bir sonraki yazının konusu...
*Bundan sonra Mustafa Akyol'un yazıları her Pazartesi ve Çarşamba günü Star'da.