Türk İslamı Nasıl Modernleşti?
[31 Ağustos 2007 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
Washington'daki "Türkiye uzmanları" arasında en çok Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar'ın görüşlerine katılırım. Radikal'deki düzenli yazılarını daimi bir beğeniyle okuyorum. 20 Ağustos tarihli "Batı AKP'yi Anlamaya Çalışıyor " başlıklı makalesini ve içindeki "Türk İslamı modernleşiyor" görüşünü de isabetli buldum. Ancak bu modernleşmenin nasıl ortaya çıktığı konusunda öne sürdüğü argümanlardan birine bir "şerh" düşmeye gerek gördüm.
Bu, "Türkiye'de İslam'ı bu kadar ılımlı hale getiren Kemalizmin ta kendisi” argümanı. Dr. Taşpınar bu yargısını şöyle desteklemiş: “Neden mi? 28 Şubat sürecini hatırlayın ve Adalet ve Kalkınma Partisi neden böylesine dört elle Avrupa Birliği projesine sarıldı diye sorun."
Bu argümanı aslında Dr. Taşpınar gibi liberal demokratlardan çok, “askeri vesayet”e inanan anti-demokratlar kullanıyor. Örneğin Hürriyet'in “laik fundamentalist” yazarlarından Özdemir İnce, 21 Ağustos tarihli köşesinde , akademisyen Hakan Yavuz'un “Modernleşen Müslümanlar” adlı kitabını yererken, "Kemalizm... olmasaydı, Nurcular, Nakşiler, Milli Görüş ve AK Parti modernleşebilir miydi?” diye itiraz ediyor.
Meseleyi 28 Şubat gibi dar bir dönemle ele alınca bu argüman ikna edici olabilir. Ama madem “Milli Görüş”ten veya diğer İslamcı akımlardan söz ediyoruz, o zaman biraz daha geriye girip “iyi de bunlar nasıl ortaya çıkmıştı ki” diye sormak gerekiyor.
Tepki ideolojisi İslamcılık
Önce İslamcılık'ı inceleyen pek çok uzmanın paylaştığı genel bir tespiti belirteyim: İslam dininden siyasi bir ideoloji çıkaran bu akım, bir “tepki ideolojisi”dir. İlk önce Osmanlı'nın çöküş sürecine bir tepki olarak doğmuş, sonra çok daha sert formlarda Arap dünyasında ortaya çıkmıştır. Temel motivasyonu hep bir şeylere reaksiyondur: Batı sömürgeciliğine, Arap diktatörlere, İsrail işgaline veya ABD'nin Ortadoğu politikalarına.
Gelelim Türkiye'ye. Cumhuriyet'in başlangıcına, 1924 yılına baktığımızda, ortada modernleşme karşıtı bir İslamcılık olmadığını görürüz. Bir tarafta Mustafa Kemal'in Halk Fırkası, öteki tarafta Kazım Karabekir'in Terakkiperver Fırka'sı vardır. Bu ikincisi, sonradan üzerine yapıştırılan “mürteci” damgasına rağmen, aslında modernleşmecidir; sadece daha az devletçi ve dinle daha barışık bir “terakki” öngörmektedir. Ama yaşamasına izin verilmez; kurulduktan altı ay sonra kapatılır.
Ve 1925'ten 1950'ye dek İslami tarikatler yasaklanır, cemaatler baskı altına alınır. Yine de Türkiye'nin dindarları “rejim”le çatışmayı değil onu demokratikleştirmeyi hedefler. 1950'de ve sonraki on yıl boyunca Demokrat Parti'ye destek verirler. Ama, malum, “rejim” buna da tahammül edemez ve 27 Mayıs 1960'ta “darbe” indirir. “Müslüman demokratlar”a bir türlü hayat hakkı tanımayan bu despotizm, bir süre sonra “Müslüman radikaller”i üretecek, Erbakan hareketi 1960'larda bu zemin üzerinde yükselecektir. Yani “Türk İslamcılığı” da bir şeye tepki olarak çıkmıştır, ve bu, Kemalizm'in aşırı uygulamalarından başka bir şey değildir.
Fakirleştirilen İslam
Meselenin ikinci bir boyutu, Kemalizm'in “Osmanlı modernleşmesi” ile Cumhuriyet nesilleri arasındaki bağı koparmış olmasıdır. Söz konusu Osmanlı modernleşmesine öncülük eden Namık Kemal, Cevdet Paşa, İzmirli İsmail Hakkı, Mansurizade Mehmet Sait, Mehmed Akif ve hatta Ziya Gökalp gibi Müslüman entelektüeller, “İslam'a rağmen” değil, onunla uyumlu bir modernleşme vizyonu geliştirmişlerdi. Milli irade, anayasa, parlamento ve hatta bireysel özgürlükler gibi kavramları İslami dayanaklarla savunmuşlardı. Karşı çıktıkları olgu ise, modernleşme değil, yüzeysel ve şekilci “Batılılaşma” idi. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, “bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat bir zırhlı yapacak mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yok” diye eleştiriyordu kendi devrinin “çağdaş yaşam” tutkunlarını.
Cumhuriyet'in Jakoben devrimciliği, tüm İslami eğitim ve kültür kurumlarını kapatarak söz konusu “Müslüman modernleşmesi” geleneğini kesti ve Türkiye'deki İslami düşünceyi de fakirleştirmiş oldu. Ortaya çıkan boşluk, bir zaman sonra dışarıdan ithal edilen radikal fikirlerle, Seyyid Kutub veya Ebul Ala Mevdudi gibi Arap veya Pakistanlı ideologların keskin görüşleriyle dolmaya başladı. (Osmanlı geleneğini her şeye rağmen koruyan “Nurcular”ın ve Fethullah Gülen hareketinin bu radikalizmden hep uzak durması, kayda değerdir.) Türkiye'nin temel fay hatlarından biri olan “kentli laik-taşralı dindar” çelişkisi de aynı Jakoben siyasetin ürünüydü. Büyük şehirler devlet eliyle sekülerize edilince, din sadece taşrada yaşama imkanı buldu ve “köylülük”le özdeş sanılmaya başlandı.
Tüm bunların anlamı, “rejim dindarları döve döve ılımlılaştırdı” diye düşünenlerin yanılmakta olduğudur. Aksine, bu yolla sadece bazı dindarlar radikalleştirilmiştir. Bu radikallikten geri adım atılmasında 28 Şubat gibi “musibet”lerin uyarıcı rolü olsa da, asıl faktörler Osmanlı geleneği ve 1950'de başlayan 80 sonrasında da hızlanan şehirleşme, dışa açılma, piyasa ekonomisine katılma gibi dinamiklerdir. Kuşkusuz Kemalizm'in Türkiye'ye getirdiği modernleşme (özellikle kadın hakları ve bilimsel eğitim alanında) Türkiye'deki her kesim gibi dindarları da olumlu yönde geliştirmiştir; ama bu dolaylı bir etkidir, İslam'a yönelik Kemalist politikaların sonucu değildir.
Zaten bu politikaların hedefi “modern İslam” yaratmak değil, İslam'ın hiç bir rol oynamadığı bir toplum kurmaktır. (Recep Peker'in ifadesiyle “dinin yeri ancak vicdanlar ve mabedlerdir.”) O yüzden bugün Kemalistler her türlü dini hareketi peşinen “irticai tehdit” sayıyorlar. Oysa hem bizde hem de Batı'da, bırakın “dinle birlikte modernleşme”yi, “din sayesinde modernleşme” örnekleri bile var. Ama onlar, bir başka yazının konusu...