Devlete ‘Ilımlı İslam' Değil, ‘Ilımlı Laiklik' Lazım
[14 Haziran tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
Radikal'de yayınlanan “Laikliği Asıl Laikçiler İhlal Ediyor” başlıklı yazıma, Emekli Sayıştay Denetçisi sayın Hasan Özhan'dan yine Radikal sayfalarında eleştirel bir cevap geldi. Sayın Özhan yazılarımı “rahatsız edici” bulduğunu belirtmekle işe başlamış. Ben ise, aksine, onunkini yararlı buldum: laiklik gibi önemli ilkelerin doğru anlaşılması için bürokratlarımızın “monolog” yerine “diyalog”a geçmesi kuşkusuz iyi bir adım.
Sayın Özhan, öncelikle, laiklik üzerinden süregiden tartışmaların altında Türkiye'deki “kentli-taşralı” (yahut “merkez-çevre”) çekişmesinin de yattığı yönündeki görüşüme karşı çıkmış. Bunu uzun uzadıya tartışmaya niyetli değilim, çünkü aynı “sınıfsal analiz” Türkiye'yi inceleyen pek çok entelektüel ve özellikle de sosyolog tarafından dile getiriliyor.
Sayın Özhan'ın “mazlumlar yaratmak” konusundaki eleştirisine dair de sadece şunu söylemekle yetineyim: Bazı vatandaşlar kendilerini “mazlum” (örneğin “başörtüsü mağduru”) hissediyorsa, buna karşı “hayır efendim, siz mağdur değilsiniz” demenin bir anlamı yok. Bir toplumsal kesimin mağdur olup olmadığını yine en iyi o kesim bilir.
Vicdanların Ötesi
Gelelim asıl konuya; laik devlet ile dindar vatandaşlar arasındaki ilişkiye... Ben “vatandaşlar, isterlerse tümüyle 'dine dayalı' bir yaşam sürebilir” demiştim. Sayın Özhan ise, “vatandaşlar... devletin önerdiği hukuksal yaşamın dışına çıkamaz, dini yaşamını yasaları çiğneyerek sürdüremez” demiş. Haklı. Ama ben zaten vatandaşlar arasındaki hukuksal ilişkiyi değil (bu elbette laik olmak zorundadır) onların yaşam biçimlerinden söz ediyorum. Laik devletin vatandaşı oldukları için “laik yaşam biçimi” denen şeyi benimsemek zorunda olmadıklarını vurguluyorum.
Bu konuda Türkiye'de onyıllardır kullanılan bir klişe vardır. “Laik devlette,” denir, “dinin yeri vatandaşların vicdanıdır.” Oysa gerçekte başta İslam olmak üzere her büyük din, kaynağı vicdanlarda yer alan, ama oradan çıkıp toplumsal hayata yansıyan değerler ve kurallar öğretir. Örneğin iyi bir Müslüman zekat ve sadaka verir, hayır kurumlarına destek olur. Toplumdaki kötülüklere karşı çıkar, inandığı değerleri başkalarına da tavsiye eder. İnsanları dini yaşamaya, Allah'ın daha iyi bir kulu olmaya çağırır. Bütün bunlar sadece “vicdani” değil aynı zamanda toplumsal işlerdir.
“Muasır medeniyet”teki laik devletlerde ise bu işlerin hepsi serbesttir. Bunlar çerçevesinde kurulan dini cemaatler, tarikatlar ve fikri hareketler de serbesttir. Çünkü bunların hepsi, devletin alanının dışında kalan “sivil toplum”la ilgili şeylerdir. Türkiye'de devletin “vicdanlar” dışında her şeye tahakküm etmesi gerektiğini zannettiğimizden midir nedir, bunu pek anlamıyor ve toplumdaki dini hareketliliği “laikliğe tehdit” sayıyoruz. Bu yüzden de Türkiye'de Batı'dakinden çok daha sınırlı bir din özgürlüğü var. (Örneğin İngiltere'deki pek çok üniversitede “Müslüman Öğrenci Derneği” vardır; bizimkilerde açılsa kim bilir ne kadar “gerilim” yaşanır.)
Çağdaş Yaşamı Destekleme Devleti
Daha somut bir örnek vereyim: Malum, ülkemizde “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği” (ÇYDD) diye bir sivil toplum kuruluşu mevcut. Buradaki “çağdaş” lafının “din-dışı” (Frenkçesiyle “seküler”) anlamına geldiğini düşünmek içinse iyi sebepler var. Örneğin derneğin başkanı Türkan Saylan, “Çocuklarımızın namaz kılmasını değil bale yapmasını istiyoruz” demiş. (Aslında buna karşı, “ne var efendim, hem bale yapabilir hem de namaz kılabilirler” demek, yani bir “modern Müslüman” kimliğini savunmak mümkün. Ancak Sayın Saylan gibi düşünenler yüz yıldır sürdürdükleri “dine rağmen modernleşme” projeleri ile bunun önünü bir hayli kestiler.)
Neyse, Sayın Saylan'ın vizyonu bu. Kritik soru ise şu: Ülkemizde madem ÇYDD var, bir de “İslami Yaşamı Destekleme Derneği” kurulabilir mi? Kurulursa bu normal mi karşılanır, yoksa bir takım çatık kaşlı zevat “irtica haddini aştı, kökü kazınacak” diye tehdit demeçleri mi savurur? Devletin, sivil toplumda dinin etkisini azaltmak, bunun yerine din-dışı hayatı ve düşünceyi egemen kılmak gibi bir ideolojik misyonu mu vardır?
Ben, “laik demokrasilerde böyle bir ideolojik misyon olmaz, olmamalıdır” diyorum. Referansım da “muasır medeniyet”. Buna karşı, “hayır, burası Türkiye, buranın özel şartları var” demek ve bir tür “Çağdaş Yaşamı Destekleme Devleti” gerektiğini savunmak mümkün. Zaten yapılan da bu.
Böyle düşünenlerin aklında “İslam, şeriatı olan bir dindir, toplumda güçlenmesine izin verirsek, sonuçta devleti ele geçirir” gibi bir endişe de var. Ancak iki şeyi görmüyorlar: Birincisi, İslam'ın laiklik ile uyumunu kabul eden anlayışın Türkiye'de giderek güçleniyor oluşu. Bir tarafta yeni İslami yorumlar, öte yanda toplumsal modernleşme bunun önünü açıyor.
Görülmeyen ikinci nokta ise, Sayın Sezer'in sık sık tekrarladığı iddianın aksine, “ılımlı İslam”ın değil, “bastırılmış İslam”ın radikalleşme eğilimi gösterdiği. Kendini “öz vatanında parya” hissettirdiğiniz bir dindardan nasıl bekliyorsunuz ki buna yol açan sistemi benimsemesini?
Merak etmeyin, Türkiye'de bir “ılımlı İslam devleti” kurulmayacak ve kurulmamalı da. Ama vatandaşlarının inançlarıyla barışık bir “ılımlı laikliğe” fazlasıyla ihtiyacı var. Bitmek bilmeyen “laiklik gerilimleri”, ancak o şekilde aşılabilir.