Laiklik İyidir-Sorun 'Laikçi'lerde
Bazı yazılarda kullandığım “laikçi” sözü üzerine bazı okurlardan soru ve itirazlar geliyor: Ne demekmiş “laikçilik”?
Benim kast ettiğim ve eleştirdiğim “laikçiliği” açıklayayım: Toplumun dinden uzaklaştırılmasını, toplumdaki dini cemaatlerin ve hareketlerin bastırılmasını, dini özgürlüklerin kısıtlanmasını savunmak. Türkiye'de bunu 80 küsur yıldır pek çok insan savunuyor ve zaten bu iş sistemli olarak yapılıyor. “Bu ülkede dincilere yer yok” gibi sloganlar havada uçuşuyor. Oysa özgür bir ülkede “dinci” ve hatta “gerici” olmak serbesttir; isteyen istediği boyutta ve şekilde dindarlık yaşayabilir. Aynı şekilde isteyen de istediği boyutta ve şekilde “seküler” yani din dışı bir hayat sürebilir. Buradaki tek sınır, başkalarının özgürlüğüne müdahale etmemektir.
Öte yandan bir de devletin laik olması ilkesi var ki, bu aslında özgür dünyada “dinlere ve felsefelere karşı tarafsızlık” demek. Bu ise, daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, bence doğru bir ilke ve zaten din için de daha iyi. Dolayısıyla “laik devlete taraftar olmak” anlamında bir “laiklik” benim de benimsediğim bir çizgi.
Türkiye'de sorun, devletin laik olması için, toplumun ve hatta bireylerin de sekülerleştirilmesi gerektiğinin sanılması. Bu yüzden dindarların özgürlükleri kısıtlanıyor, başörtülülerin eğitim hakkı ellerinden alınıyor, mütedeyyinlerin “devlete sızması” engelleniyor. (Zaten “sızma” gibi lafların kullanılması, devletin belirli bir grubun egemenliği altında olduğunu açıkça gösteriyor.)
Bu sistem, tek kelimeyle despot bir sistem. “Halk için, halka rağmen” düsturuyla işleyen, ve aslında halka değil seküler elitlere yarayan bir otokrasi. Çözümü, Türkiye'nin demokratikleşmesi, tüm vatandaşların “birinci sınıf vatandaş” haline gelmesi. Bugün ne yazık ki durum böyle değil.
Bugün durum şu: Toplumun 80 yıldır dışlanan, baskı altına alınan, “ikinci sınıf vatandaş” sayılan kesimi, toplumda giderek yükseliyor, siyasette güçleniyor, Cumhurbaşkanı bile çıkarma noktasına gelmiş durumda. Kendilerini “birinci sınıf vatandaş” görenler ise, “bunları eşit kabul edersek, sonra bizim üzerimizde egemenlik kurar, bizi alaşağı ederler” diye korkuyor. Onun için Tandoğan'da, Çağlayan'da yürüyorlar. Durumları, “apartheid” (ırk ayrımı) rejiminin kaldırılmasından önce buna direnen ırkçı Güney Afrikalı beyazlara benziyor.
Oysa “ikinci sınıf vatandaşlar” sadece eşit ve özgür olmak istiyorlar ve Türkiye'yi de bunun en kestirme yolu olan Avrupa Birliği'ne taşımaya çalışıyorlar. Birinci mevkide seyahat etmeye çalışanlar, bunu anlayacak ve eşitliğe razı olacaklar mı, yoksa “eğer bizim olmazsa yakarız bu ülkeyi” mi diyecekler, önümüzdeki süreçte göreceğiz. Ben, birinci yolu seçmelerini can-ı gönülden diliyorum.