‘Korkut Ve Yönet' Stratejisi
[12 Mart 2007 tarihli Radikal gazetesinde yayınlandı]
Biz Türklerin en iyi bildiği siyasi kavramlardan biri “böl ve yönet stratejisi”dir. İlkokuldan beri zihnimizin derinliklerine kazanmıştır bu. Dünyadaki büyük güçlerin, bizim gibi daha küçük ülkeleri bölerek yönetmek istediklerini, bu yöndeki stratejilerinin her daim geçerli olduğunu düşünürüz. “Bölünerek yönetilmekten” endişe etmemizin en büyük sebebi ise, bunun bize esaret getireceğini düşünmemizdir. Dış güçler bizi esir etmek, yani özgürlüklerimizi yok edip bizi diledikleri gibi kullanmak için “böl ve yönet” stratejisini uygulamaktadırlar. Başarırlarsa, bizi “uşak” yapacaklardır.
Ancak madem kimsenin esiri ve uşağı olmak istiyoruz, o zaman bir başka tehlikeli stratejiyi daha akılda tutmamız gerekiyor. Bu, “korkut ve yönet” stratejisidir.
Bu strateji ders kitaplarımızda bize hiç öğretilmemiştir, ama aslında 20. yüzyıl boyunca dünya siyasi literatüründe ve edebiyatında en çok işlenen temalardan biridir. Friedrich A. Hayek'in “Esarete Giden Yol” (The Road to Serfdom) adlı eseri veya George Orwell'in “1984” adlı romanı gibi klasikler, hep “korkut ve yönet” stratejisinin nasıl uygulandığına dair örnekler sunarlar. Bu stratejinin en başarılı uygulamaları, Nazi Almanyası veya Stalin Rusyası gibi totaliter rejimlerdir. Tüm bu rejimlerde, insanlar sistematik biçimde korkutulmak suretiyle “esir” edilmişlerdir. Onları esir edenler ise, ülkelerini “bölüp yöneten” dış güçler değil, “korkutup yöneten” iç güçlerdir.
Kuşkusuz “1984” bir kurgudur. Nazi ve Sovyet rejimleri de marjinal örneklerdir. Ama bu gibi modellerde yüksek dozda uygulanan “korkut ve yönet” stratejisi, başka ülkelerde daha düşük dozda da olsa kullanılıyor olabilir. Öyle ki bugün “özgürlüklerin beşiği” Amerika'da bile “terör tehlikesi”nin abartıldığını, bunun demokrasiyi zaafa uğratmak için kullanıldığını savunanlar var. Böyle düşününler, eski başkanlardan Franklin D. Roosevelt'in ünlü sözünü hatırlatıyorlar: “Kendisinden tek korkmamız gereken şey, korkudur.”
'Oligarşinize Sahip Çıkın'
Bunları aklımızda tutarak günümüz Türkiyesi'ne baktığımızda, enteresan bir tabloyla karşılaşıyoruz. Malum, Türkiye kurulduğu günden beridir, özellikle de son 5-10 yıldır, “iç ve dış düşmanlar tehlikesi” ile korkutulup duruyor. Bu korkulara kaynaklık eden senaryoların hemen hepsinin hayal ürünü olduğu ise biraz araştırılınca ortaya çıkıveriyor. Türkiye'yi yabancıların (ve özellikle de “Yahudilerin”) gizlice parsellediği; toplumun sistematik olarak Hıristiyanlaştırıldığı; ABD'nin veya Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi bölmeye karar verdiği; İstanbul'un yakında “yeni Bizans'ın başkenti” olacağı gibi şayiaların hiç bir elle tutulur ve ciddiye alınır yanı yok.
İşin ilginç yanı, ülkedeki her kesim için ayrı bir korku kaynağının olması. Milliyetçi veya muhafazakar kesimin karşısına Siyonist-Haçlı-Misyoner öcüleri dikilirken, laik kesimin bir kısmı da bizzat bu muhafazakar kesimden korkutuluyor. 28 Şubatçıların “Refah tabanı silahlanıyor, İran tipi ayaklanmalar olacak” şeklindeki paranoyaları doğru çıkmasa da, “irtica” korkusu bazı kalplere fena halde sinmiş durumda.
Daha da enteresan olan nokta şu: “İrtica”dan korkanlar ile “Batı”dan korkanlar eskiden iki ayrı kesim iken, son yıllarda giderek birbirlerine yaklaşmış, hatta içiçe geçmiş durumdalar. Hepsi topluca Avrupa Birliği sürecinden, AK Parti iktidarından ve aslında demokratikleşmeden korkuyorlar.
Peki bu korkular niye? Bunların büyük ölçüde toplumumuza sinmiş reflekslerden kaynaklandığı açık. Ancak bu refleksleri hep zinde tutan, yeni infialler yaratarak besleyenler var. Ve bu ikinci faktörü “korkut ve yönet” stratejisinin ışığında anlamak mümkün.
İşte, son dönemde korku neşretmeye soyunmuş olan Cumhuriyet gazetesini biraz böyle yorumlamak lazım. Malum, bu gazete ve onunla aynı ideolojiyi paylaşanlar, “cumhuriyet”in demokrasi tarafından tehdit edildiğine inanıyor. Bunun anlamı, onların “cumhuriyet” dedikleri şeyin, demokrasiyle uyuşmayan bir şey olduğu. Bu işi biraz deşince de “cumhuriyet” dedikleri şeyin aslında düpedüz “seçkinler iktidarı”, yani oligarşi olduğu ortaya çıkıyor. (Dolayısıyla aslında kampanyalarını şöyle okumak gerek: “Tehlikenin farkında mısınız? Oligarşinize sahip çıkın.")
Tüm bunları söylerken Türkiye'nin geleceği için hiç bir endişeye gerek olmadığını ileri sürmüyorum kuşkusuz. Evet, ülkemiz zor bir bölgede yer alıyor ve önemli problemleri var. Fakat bunların üstesinden ancak paranoyadan arınmış zihinlerle ve oligarşiden kurtulmuş bir siyasi sistemle gelebiliriz.
Unutmayalım, Türkiye'nin gerçekten ölüm-kalım savaşı verdiği yıllarda bile Mehmet Akif İstiklal Marşı'na “Korkma!” diyerek başlamıştı. 85 yıl sonra kalkıp da bize “korkun” diyenlere itibar etmemek gerek. Onların derdi, korkutarak yönetmek.