Türkçe Yazılar

İsrail'e Karşı Ne Yapmalı?

[Türkiye Günlüğü dergisinin Kış 2007 sayısında yayınlandı, daha önce Radikal'de yayınlanan aynı başlıklı yazının genişletilmiş versiyonu] 2006 yılının asla unutulmaması gereken trajedilerinden ikisi, Gazze Şeridi'nde ve Güney Lübnan'da yaşandı. Haziran ayında, İsrail ordusu, bir askerinin kaçırılmasını bahane ederek Hamas (İslami Direniş Hareketi) yönetimindeki Gazze Şeridi'ne bomba ve ölüm yağdırdı. Tek bir asker karşılığında yüz kadar Hamas militanını ve onlarca sivili vurdu, Gazze'nin başta elektrik tesisleri olmak üzere altyapısını yıkarak zaten zor şartlarda ve “balık istifi” sıkışıklığında yaşayan bir buçuk milyona yakın insanı olağanüstü zor şartlarda bıraktı. Gazze'deki şiddet dinmemişti ki, bu kez Lübnan'da kanlar akmaya başladı. Ülkenin güneyini kontrol eden Hizbullah İsrail hapishanelerindeki binlerce tutuklunun bir kısmıyla takas etmek üzere iki İsrail askerini kaçırınca, Zahal (İsrail ordusu) bu kez Lübnan'ı vurmaya başladı. Sivil yerleşim birimlerini göz kırpmadan bombalayan İsrail'e, Hizbullah militanları da yine sivil yerleşim birimlerine füze atarak cevap verdi. 12 Temmuz'dan 8 Eylül'e kadar süren çatışmalarda, çoğu Lübnanlı sivil olmak üzere 1400 kişi yaşamını yitirdi. 300'den fazla Lübnanlı çocuk ve bebek, İsrail bombalarının altında can verdi. Tüm bunlar kuşkusuz yeni şeyler de değil. İsrail'in 1967 yılından beri süregelen Filistin işgali boyunca milyonlarca Filistinli'nin büyük acılar çektiğini, onbinlercesinin can verdiğini, İsrail'in 1982'de başlayıp 2000 yılına dek süren Lübnan işgalinin ülkeye ve halkına büyük yıkım getirdiğini biliyoruz. Dahası İsrail'in tüm bu işgalci ve saldırgan politikasının, bu ülkenin kendi halkına da zarar verdiğini, işgale karşı direniş yürüten Filistinli ve Lübnanlı örgütlerin sivil halkı da vurduğunu, bu terörün pek çok masum Yahudinin yaşamına mal olduğunu da biliyoruz. Peki ne yapmak lazım? İsrail militarizmine karşı ne çareye başvurmak, bölgeye barış getirebilecek yolun önünü nasıl açmak gerek? Bu soruya “tepki vermek, kınamak, protesto etmek lazım” diye cevap verilebilir. Bu yanlış bir cevap da değildir. Ama yeterli de değerlidir. Çünkü İsrail militarizmi onyıllardır kınanıyor, ama pek bir şey değişmiyor. Aksine, Ortadoğu'da özellikle 2000 yılından bu yana işler daha da kötüye gidiyor. Özelilkle İran'ın nükleer programı meselesinin devreye girmesi, İsrail'i daha da saldırgan hale getirmeye aday. Tel Aviv'in Washington'dan bulduğu destek ise, her zamankinden daha güçlü. O nedenle İsrail'i kınamak yeterli değil. Onun militarizminin nasıl durdurulabileceği konusunda akılcı bir stratejiye ihtiyaç var. Bunun için de kuşkusuz, önce bu militarizmi anlamak gerek. Savaş Makinesinin İdeolojisi: Güçlü At Doktrini Malum hem İsrail hem de ABD demokratik ükeler. Dolayısıyla bu ülkelerin dış politikaları, iktidar koltuğunda oturan liderlerin iki dudağının arasından çıkanla belirlenmiyor. Liderlerin ilan ettiği politikaları besleyen güçlü bir bürokratik, entellektüel ve toplumsal zemin olmasa, o politikalar uygulanamaz. İşte İsrail militarizminin ardında, bu üç düzeye de hitap eden bir ideolojik yapı çalışıyor. Bu yapı, kabaca "İsrail sağı ve onun ABD'deki müttefikleri" diye tanımlanabilir. Bu müttefikleri ise; ABD'deki etkili İsrail lobisi, bu lobiyle gayet içli-dışlı olan neo-con entellektüel ve siyasetçiler, ve "Hıristiyan Siyonist" olarak da bilinen bir kısım Evanjelik Hıristiyanlar olarak özetlemek mümkün. Bu ideolojik çevrenin popüler dergileri, gazeteleri, internet siteleri var. Son yıllarda bunların odak noktası "radikal İslam" ve bu konuda özetle şöyle bir söylem hakim:
"Geçmişte Nazizm veya komünizmle savaştık, şimdi bir başka totaliter ideoloji olan radikal İslam'la yüzyüzeyiz. Bu ideolojinin inananlarını caydırmak veya ılımlılaştırmak da mümkün değil; tüm dünyayı İslami devlet sistemi altına alıp bize de 'zımmi' olarak boyun eğdirene kadar savaşmak niyetindeler. İsrail'in de radikal İslamcılarla barış yapması imkansız, çünkü onlar İsrail'i yok etme hedefine dini bir görev olarak inanıyorlar ve bundan asla vazgeçmeyecekler. Onlara geri verdiğimiz her toprağı, İsrail'e daha iyi saldırmak için bir tramplen olarak kullanacaklar. Zaten Arap dünyasında koyu bir Yahudi düşmanlığı yerleşmiş durumda. Tek çözüm, radikal İslamcıları sert şekilde ezmek."
İşi daha da ileri götürüp, "radikal İslam aslında İslam'ın doğal sonucudur, bizzat kendisidir" diyenler de var. Daha "ehven" duran çoğunluk ise, en azından İslam dini ile siyasal İslamcılık arasında bir ayrım yapıyor. Üstteki söylemin sahipleri, sık sık 1930'lar İngilteresi'nin Başbakanı Neville Chamberlain'e atıfta bulunuyor ve “onun yaptığı hatayı yapmayacağız” diyorlar. Chamberlain'in söz konusu hatası, II. Dünya Savaşı öncesi yıllarda Nazi Almanyası'nı diplomasi ve nezaket yoluyla caydırabileceğini sanmış olması. Siyaset literatürüne “appeasement” (taviz yoluyla yumuşatmaya çalışma) siyaseti diye geçen Chamberlain yönteminin işe yaramadığı, Hitler'in bu sayede sadece zaman kazanıp sonra da topyekün saldırıya geçtiği biliniyor. İşte İsrail sağı ve onun ABD'deki müttefikleri, radikal İslamcı ideolojiyi Nazizm'e benzetiyor, sonra “yine appeasement yoluna başvurursak kaybederiz, işi baştan sıkı tutmak lazım” argümanını işliyorlar. “Sıkı tutmak”, İran'ı bombalamak, Suriye'yi sıkıştırmak, ve dünyanın dört bir yanında “İslamcı avı”na çıkmak anlamına geliyor. (Türkiye içinde sözde “laikliği korumak” için askeri darbe hayal eden bir takım Jakoben zevat da “buradan acaba bize de bir şey çıkar mı” diye heveslenmiş durumda; onun için Washington'da sürekli olarak AK Parti'nin aslında “tehlikeli bir İslamcı parti” olduğu hikayesini anlatıyorlar.) Söz konusu şahin siyasetin savuncuları, Osama Bin Ladin'in 11 Eylül saldırıları ardından söylediği “insanlar bir güçlü at bir de zayıf at görünce, güçlü olanı sevenler” sözünü de pek bir seviyor ve ikide bir alıntılıyorlar. Onlara göre Bin Ladin terör yoluyla dünyaya İslamcılığın “güçlü at” olduğu mesajını vermeye çalışıyor; ABD'nin ve İsrail'in ise kimin “güçlü at” olduğunu göstermesi gerek. İsrail'in Gazze'de ve Lübnan'da yürüttüğü kanlı saldırılar, işte bu “güçlü at doktrini”nin bir sonucu. Sorun ‘Radikal İslam' mı? Aslında “güçlü at” doktrini temelinden yanlış. Bir kere ortada Nazi Almanyası gibi kendisine karşı savaş açılacak bir “Radikal İslam merkezi” yok. El Kaide ve benzeri gruplar, hiç bir elle tutulur yapısı olmayan, adresi, merkezi bulunmayan hayalet örgütler. Radikal İslamcılık bir devlet değil, bir ideoloji. Bu ideolojinin en büyük argümanı ise, “Batı İslam'a karşı savaş açtı” söylemi. ABD ve İsrail'in şahinliği, aslında bu argümanı sadece daha fazla güçlendirmeye yarıyor. Nitekim ABD'li istihbarat örgütlerinin de ortak raporunda kabul edildiği gibi Irak Savaşı El Kaide'ye yaramış durumda; bu savaşa tepki duyan bir sürü İslamcı genç, intikam eylemlerine hazırlanıyor. Bunların dünyanın neresinde ne zaman harekete geçeceklerini bilmek ise imkansız. Asında “güçlü at” argümanının sahipleri, genel olarak radikal İslamcı ideolojinin kökeninde, ABD'ye, onun Ortadoğu politikalarına ve İsrail'in haksız işgaline yönelik tepkinin yattığını ıskalıyorlar. Ortadoğu'nun ve İslam medeniyetinin tarihinden, sosyolojisinden bihaber bir şekilde, İslamcı ideolojinin "kök sebeplerini" göz ardı edip, sadece mevcut tabloya ve bazı dini metinlere bakıp buradan tehdit değerlendirmesi yapıyorlar. “İslamcılar Kuran'da veya hadislerdeki savaş hükümleri dolayısıyla bize savaş açtı” diyerek, bu hükümlerin aslında çok farklı yorumları olduğunu, bu yorumların en radikallerinin günümüzde yeniden popüler olmasında kendi haksız politikalarına yönelik tepkinin de rol oynadığını görmüyor veya göstermemeye çalışıyorlar. (Ne ilginçtir ki, bu yüzeysel zihniyetin çarpıcı bir benzerini, Türkiye'deki bazı ultra-laik Jakobenlerde de görmek mümkün. "Müslümanlara demokrasi ve özgürlük veremeyiz, yoksa başa gelip bizi keserler" diye işleyen; bazı Müslümanların radikal eğilimlerinin aslında demokrasi ve özgürlük yokluğundan beslendiğini anlamayan; zaten özgürlük ve demokrasiyi bir tehdit olarak görüp bunların karşısına adına traji-komik bir şekilde “Cumhuriyet” denen ve aslında “oligarşi”den başka bir şey olmayan otoriterizm engelini diken "Jakoben Beyaz Türk" mantığı ile, İsrail sağının İslam algısı hayli örtüşüyor. Zaten araları da gayet iyi.) “Güçlü at doktrini” aslında bilgisizlik ve yüzeysellikten beslendiği için, meseleyi biraz derinlemesine inceleyen sosyal bilimciler problemi ortaya koyan yayınlar yapıyorlar. Örneğin 4 Ağustos 2006 tarihli New York Times gazetesinde yayınlanan Robert A. Pape imzalı makale, kayda değer. İntihar saldırıları olgusunu inceleyen "Dying to Win" (Kazanmak İçin Ölmek) adlı kitabın yazarı olan siyaset bilimci Prof. Pape, 1980'li yıllardaki Hizbullah bombacıları hakkında şu yorumu yapıyor:
"Kitabımda... Hizbullah bombacılarının biyografilerini inceledim. 38 kişiden sadece 8 tanesi İslami köktendinci idi. 27 tanesi, Lübnan Komünist Partisi ve Arap Sosyalist Birliği gibi solcu siyasi gruplardandı. Bazıları Hıristiyandı, üniversite öğretimi almış bir bayan lise öğretmeni gibi... Bu intihar bombacılarının - ve onların bugünkü varislerinin - ortak noktası, belirli bir dini veya siyasi ideoloji değil, sadece yabancı bir işgal gücüne duyulan tepki. İsrail'in iki onyıla yaklaşan işgali Hizbullah'ı sökemedi. İntihar saldırılarını durdurmakta etkili olduğu ispatlanan tek çözüm ise, Lübnan'da ve başka yerde, işgal güçlerinin geri çekilmesidir."
Bu, “güçlü at doktrini”nin yanlışlığını gösteren çarpıcı bir analiz. Daha bunun gibi bir çok ses var ABD'de, İsrail militarizmini eleştiren ve bunu kayıtsız-şartsız desteklemenin Amerika'ya çok pahalıya mal olduğunu savunan. İsrail sağı ve onun müttefikleri ise bu sesleri bastırmaya çalışıyor, onları saflık ve hatta “ihanet”le suçluyor. Zaten Siyonist ideologların en büyük endişesi, “İslamcılar niye bize düşman oldu” diye tartışıp duran Amerikalıların, “acaba İsrail'e verdiğimiz aşırı destek yüzünden mi bu işler başımıza geldi” diye düşünmeye başlamaları. Bu durumda Washington'ın desteğinin azalacağından korktukları için, sürekli olarak “sorun bizde değil, sorun radikal İslam'da” mesajını veriyorlar. Farklılıkları Görmek Evet, “durum” özetle bu. Şimdi asıl sorumuza gelelim: Ne yapmalı? Bu soru karşısında bazı Müslümanlar, "bize ne, ne düşünürlerse düşünsünler, Allah müstahaklarını versin" diyebilir. Ama bu büyük bir hata olur, çünkü tartışma meydanını “güçlü at doktrini”ni savunan şahinlere terk etmek anlamına gelir. Burada görülmesi gereken püf nokta şu: Batı dünyası, ABD ve hatta İsrail'in kendisi, söz konusu şahinlerden ibaret değil. Başta da belirttiğim gibi ABD'de İsrail militarizmine karşı giderek büyüyen bir tepki var. Irak Savaşı zaten baştan beridir Amerikan toplumunu ikiye bölmüş durumdaydı, son bir yıldır ise artık bu savaşı savunanların oranı giderek azaldı. Bush'un Cumhuriyetçi Partisi'nin 2006 seçimlerinden yenilgiyle çıkmasının nedeni de, Amerikan halkının Irak konusunda aldatıldığını düşünmeye başlaması. Türkiye'de “Haçlı” algısı çok güçlü olduğu için, Batı'nın ve özellikle de Amerika'nın her türlü olumsuz politikasının topyekün bir “Haçlı Seferi” olduğu zannediliyor zaman zaman. Oysa ortada pek böyle bir tablo yok. Günümüzün Avrupası zaten “Haçlı”dan çok haçsız bir kıta. ABD'de ise Hıristiyanlık çok daha güçlü; ama tek bir Hıristiyan görüşü yok. İslam'a karşı husumet besleyen Hıristiyanlar kadar, açık fikirli ve hoşgörülü yaklaşanlar da var. Türkiye'de dilere çok sakız olan Evanjelikler, Amerikan Hıristiyanlığının yarısından daha azını oluşturuyorlar. Dahası onlar da tek parça değil; aralarında “İslam düşmanı” sıfatını hak edecek fanatikler kadar sağduyulu insanlar da var. Evanjelik liderlerin en ünlülerinden biri olan Jim Wallis'in Irak işgalini "haksız savaş" olarak tanımlayıp yerden yere vuran, İsrail işgalini kınayan "God's Politics" adlı kitabı geçen yıl "New York Times bestseller" listesinde haftalarca kaldı. ABD'nin eski başkanlarından Jimmy Carter da Evanjelik bir Hıristiyan, ama İsrail politikalarını şiddetle eleştiren bir figür. Son yıllarda bir barış girişimcisi olarak adından çok söz ettiren Carter'ın yeni çıkan “Filistin: Apartheid Değil Barış” (Palestine: Peace, Not Apartheid) adlı kitabı, Siyonist ideologlardan öfkeli tepkiler topluyor. Hatta denebilir ki, Washington'daki en şahin kadroyu oluşturan neo-conlar içinde dahi farklı tonlar mevcut. Zannedildiğinin aksine tüm neo-conlar İslam karşıtı değil. Onların arasında da “ılımlılar” ve “radikaller” diye iki kanadın varlığıdan söz etmek mümkün. İsrail'in kendi içinde ve hele de Yahudi dünyasının genelinde ise İsrail militarizmine karşı çıkan pek çok entellektüel, din adamı ve sıradan insan var. Kısacası, bugün aslında karşımızda “medeniyetler çatışması”nın düğmesine basmış bir Batı dünyası yok, çünkü ortada tek parça bir Batı yok. İslam dünyasında olduğu gibi orada da fanatiklerin yanında aklı başında olanlar, şahinlerin yanında ılımlılar var. Bundan ise şu sonuç çıkıyor: Batı, ABD'yi ve hatta İsrail'i değiştirmek için bir şeyler yapılabilir. Bu karmaşık toplumların içinde yürümekte olan tartışmayı, kendi açımızdan olumlu veya olumsuz yönde etkileyebiliriz. Eğer şahinlerin elini güçlendirecek bir söylem ve siyaset izlersek, bu toplumları daha da sert hale getiririz. Eğer ılımlıların elini güçlendirirsek, hem kendimiz hem de tüm dünya için iyi bir şey yapmış oluruz. Ezber Bozmak, İsrail'i Tanımak Şahinlerin değil de ılımlıların elini güçlendirmenin en iyi yolu ise, birincilerin argümanlarını bozmak. Konu İsrail olduğunda, bu, "Müslümanlar İsrail'i yok edene kadar savaşmaya kararlı, bunlarla barış olmaz" söylemini boşa çıkarmak anlamına geliyor. Yani “İsrail'i yok etme” hedefini bir kenara bırakmak, işgal ettiği topraklardan çekildiğinde ve adil bir barışa imza attığında İsrail'i tanıma ve kabul etme garantisi sunmak gerek. Oysa bugün İslam dünyasında ve özellikle Ortadoğu'da, sadece 1967'den beri işgal altında olan toprakları - Batı Şeria, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi ve Golan Tepeleri'ni - değil, “tüm Filistin'i kurtarmak”tan söz ediliyor. Bu ise İsrail'in denize dökülmesi, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad'ın ikide bir dediği gibi “haritadan silinmesi” demek. Bunun milyonlarca Yahudi'nin öldürülmesi anlamına geleceği ise açık. Bu korkutucu hedefi savunanlar, hem bizzat bu söylem yoluyla İsrailli şahinlerin elini güçlendirdiklerini, hem de bu hedefin zannedildiğinin aksine hiç de “İslami” olmadığını görmeliler. Evet, günümüzde “İsrail'e ölüm” sloganı atmak “İslami hareketlerin” alamet-i farikasi gibi duruyor; oysa mesele siyasi bir öfkeyle değil de teolojik bir sağduyu ile değerlendirildiğinde, İsrail'i tanımanın İslam'la hiç de çelişik olmadığı sonucuna varılabilir: İslam, ilk baştan beridir, Yahudilerle birlikte yaşamaya gönüllü ve istekli olmuş bir dindir. Unutmayalım, Hz. Muhammed, İslam'ın en kutsal iki kentinden biri olan Medine'de Yahudilerin kısmi egemenliğini kabul eden bir anlaşma imzalamış, bu anlaşma ancak Yahudiler tarafından bozulduğu için yürürlükten kalkmıştı. Daha sonraki dönemde de İslam, adeta Filistin'deki Yahudi varlığının garantörü oldu. Hz. Ömer Filistin'in fethettiğinde, bir başka deyişle Bizans yönetiminden kurtardığında, Yahudilerin bu bölgeye girmesine yönelik yasakları kaldırdı ve bu sayede, MS II. yüzyıldaki sürgünden beri ilk kez, Kudüs'te bir Yahudi cemaati oluştu. Haçlılar, 1099 yılında şehri işgal ettiklerinde, Müslümanlarla birlikte Yahudileri de canice kılıçtan geçirdiler, ancak 88 yıl sonra şehri kurtaran Selahattin Eyyubi, Yahudilere - ve Ortodoks Hıristiyanlara - buraya yeniden yerleşme hakkı tanıdı. O zamandan sonra da Filistin'deki Yahudi varlığı devam etti. Özellikle de Osmanlı yüzyılları boyunca, Museviler Kudüs'ten mahrum kalmadılar. İslam'ın geleneği bu iken, milyonlarca Yahudi'nin öldürülmesi anlamına gelecek bir “haritadan silme” hedefinin ne İslami ne de insani olduğunu görmek gerek. Kaldı ki bu hedef gerçekçi de değil. İsrail'in tüm Ortadoğu'yu yerle bir edecek bir nükleer kapasiteye sahip olduğu ve kendisine yönelik ölümcül bir tehdit olduğunda bunu kullanacağı biliniyor. Kısacası tüm akılcı sebepler, İsrail'i tanımayı ve onu adil bir barışa zorlamayı gerektiriyor. Aslında bunu Filistinlilerin ve hatta Hamas'ın akil adamları da görüyor. Hamas'ın Gazze'deki lideri ve Filistin'in mevcut Başbakanı İsmail Haniye, 2006 Şubatı'nda Washington Post'a bu açıdan ilginç açıklamalarda bulunmuştu. Türk basınına da yansıyan (Zaman, 26 Şubat 2006) habere göre, “İsrail'i yok etmeye yönelik Hamas politikasının” sorulması üzerine, ''Bizim Yahudilere bir kinimiz yok. Onları denize dökme gibi bir çabamız yok. Tek isteğimiz, topraklarımızın geri verilmesi, birilerini incitmek değil'' demişti. ''Eğer barış bize haklarımızı sağlayacaksa, bu iyi olur,” diyen Haniye, şu çarpıcı açıklamayı da yapmıştı: “Eğer bize tüm haklarımızı verirlerse, İsrail'i tanırız.” Ama sonra içerden gelen tepki Haniye'yi bu çizgiyi terk etmeye zorladı. 2006 yazındaki kanlı İsrail saldırıları da, ipleri tümden kopardı. Geriye sadece “İsrail'i yok etme” sözleri ve İsrail'in de “o zaman biz sizi baştan ezeceğiz” politikası kaldı... Türkiye'nin Muhtemel Rolü 2005 yılında bir gazetecilik olayı vesilesiyle Kudüs'e gitmiştim. Şehrin büyüleyici dini atmosferi bir yana, siyasi bir olgu dikkatimi çekti. Şehirdeki ve ülkedeki “iki taraf”ın her ikisinin gözünde Türk olmak bir ayrıcalıktı. İsrailliler onlarla en iyi ilişkiler içindeki Müslüman ülke ve tarih boyunca Yahudilere hep sahip çıkmış Osmanlı'nın mirasçısı olduğu için Türkiye'ye saygı duyuyordu. Araplar da Osmanlı geleneğine saygı duyuyor, dahası mevcut Türk hükümetinin onların haklarını savunan söylemini çok seviyorlardı. Mescid-i Aksa'nın şadırvanındaki Arap gençler Türkiye'den geldiğimi öğrenince ilk olarak “Erdoğan!” dediler. Başbakan Tayyip Erdoğan'ı ve AK Parti hükümetini seviyorlardı. Zaten sadece Filistin'de değil tüm Arap dünyasında AK Parti'ye ve “yeni Türkiye”ye büyük ilgi ve hayranlık var. Eskiden Türkiye'yi İslami kimlikten çok uzak sayan ve dolayısıyla “yabancı” gören Ortadoğu hakları, şimdi laiklikle birlikte Müslüman kimliğini de gururla taşıyan, bir yandan da Avrupa Birliği'ne doğru yürüyen yeni demokratik Türkiye'ye gıpta ile bakıyorlar. Bunun kuşkusuz pek çok muhtemel olumlu sonucu var. Bir tanesi, Filistin konusunda olabilir. Türkiye, bir tarafta İsrail'i tanıyan ve onunla diplomatik ilişkileri bulunan, öte yanda da Arap dünyası ile dost ve onların saygınlığına sahip bir ülke olarak, Ortadoğu barışına giden yolda rol oynayabilir. Bu muhtemel rolü fazla abartmak gerçekçi olmaz kuşkusuz, ama küçümsemek ve görmezden gelmek de yanlış olur. Türkiye'nin rolü denince de bunu hemen “devlet yapsın” diye anlamamak gerek. Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nden çok daha geniş ve zengin bir kavramdır. Türk toplumu, Türk entellektülleri, ve - özellikle de meselenin İslami yönü dikkate ele alınınca - Türk Müslümanları inisyatif alıp İsrail/Filistin meselesinde ezber bozacak ve barışa giden yolun kapısını aralayacak bir söylem geliştirebilir. Bu söylem sayesinde de, hem bu kronik meselede, hem de tüm bir Batı-İslam problematiğinde anahtar rol oynanabilir. Papa XIV. Benedict'in Türkiye ziyaretinde bunun bir örneğini görerek yaşadık. Papa'yı saygıyla ve güleryüzle karşıladık, o da aynı nezaketle cevap verdi, pek çok jestte bulundu. Batı-İslam gerginliğinin bir ayağında çok önemli bir yumuşama yaşanmış oldu. Aynı tutumu İsrail konusunda da göstermeliyiz. İslam'ı terör, şiddet, tehditkarlık ve barbarlıkla özdeş göstermek isteyenlerin söylemini boşa çıkarmalı, bunun tam aksi bir tutum almalıyız. "İsrail yok olmalı" söylemine kendi otoriter rejimi açısından ihtiyaç duyan Tahran eksenine itibar etmemeli ve Batı dünyası tarafından da kabul edilecek makul bir barışı savunmalıyız. Bunu yapmadığımız; aksine "Müslüman düşmanlığı"na karşı "Yahudi düşmanlığı" yaptığımız; örneğin "İslamcı terör Kur'an'dan kaynaklanıyor" diyenlere karşı aynı yüzeysellikle "hayır asıl sizinki Tevrat'tan kaynaklanıyor" diye cevap verdiğimiz; tarihin en korkunç kıyımlarından biri olan Yahudi soykırımına dudak büktüğümüz, hatta "Hitler haklıymış" gibi korkunç ve çirkin laflar ettiğimiz zaman zarar veriyoruz aslında İslam'a da, Ortadoğu'nun Müslüman halklarına da. Müslümanların öfkeye değil akla, intikama değil barışa ihtiyacı var... Ve asırlarca “İslam dünyasının bayraktarlığını” yapmış olan Türkiye, bu yeni yolda da öncü olabilir.
All for Joomla All for Webmasters