Birlik Ve Beraberliğe İhtiyacımız Yok
[28-29 Ekim tarihli Referans gazetesinde yayınandı]
Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun. Bize demokrasi ve özgürlük getiren, en azından getirmesini umduğumuz Cumhuriyet, kuşkusuz tüm vatandaşlar için büyük bir değer. Dolayısıyla onun “bekçisi” olmak ve yıl dönümlerini kutlamak, gerçekten de iyi fikir.
Ancak Cumhuriyet'i “beklerken”, onu durağan bir yapı olarak tutmaya çalışmak yerine, geliştirmeye ve güncellemeye de ihtiyacımız var. Dünya hızla değişiyor, yeni olgular ve anlayışlar doğuyor. “Muasır medeniyet” hedefiyle ve “inkılapçılık” okuyla yola çıkmış bir Cumhuriyet'in bunlara gözlerini kapaması düşünülemez. Aksi takdirde Cumhuriyet bizzat kendi “temel nitelikleriyle” çelişmiş olur.
Oysaki muasır medeniyetin 20. yüzyılın ikinci yarısında ürettiği kimi değerler, nedense bizim Cumhuriyet'imize pek uğramadı. Bazı aydınlarca benimsenmesi, toplumda belirli bir ilgi uyandırmasına karşın, devlet katında pek itibar görmedi. Bunların başında da “çoğulculuk” geliyor. Bir toplumda değişik siyasi ve felsefi fikirlerin, farklı dini ve etnik kimliklerin uyum içinde var olabileceğini, bunun “tek tip” toplumdan daha ideal bir yapı oluşturacağını kabul eden çoğulculuk düşüncesi, devlet katında kabul görmek bir yana “tehdit” sayılıyor.
Bu tehdit algısının en yalın ifadelerine muhtemelen bugünlerde duyacağınız ve zaten onyıllardır duyageldiğiniz bayram mesajlarında rastlayabilirsiniz. Devlet büyüklerimiz bu mutad mesajlarda bize sık sık “birlik ve beraberliğin önemi”nden söz ederler. “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan şu günlerde...” diye başlayan ve hepsi birbirine benzeyen nice konuşma dinleriz. Ardından “iç ve dış düşmanlara” yönelik uyarılar gelir...
Çoklukta Beraberlik Gerek
Ben tüm bu resmi ezbere aykırı bir şey söyleyeyim: Bizim “birlik ve beraberliğe” ihtiyacımız yok; “çoklukta beraberliğe” ihtiyacımız var... Türk toplumunun, farklı kimlikler, fikirler ve dünya görüşleriyle dolu bir “çokluk” olduğunu anlamamız ve “beraberlik” kültürünü bu gerçekliğin üzerine inşa etmemiz gerek. Bu kültürün anahtar kelimeleri ise “hoşgörü” ve “uzlaşı” olmak zorunda...
Türkiye'nin iç çatışmalarının çoğu, ilk baştan beri var olan ve dahası giderek de büyüyen “çokluk”u bir türlü kabullenemeyişimizden geliyor. Cumhuriyet kurulurken Kürt vatandaşların varlığını kabul edemedik ve onları “birlik”e zorlayarak, yani kendilerini inkar etmelerini isteyerek, aksi yönde bir tepkinin doğmasına neden olduk. Laikçi-dindar çatışmasında da aynı problem var: “Laikçi” denen kesimin ve özellikle de asker/sivil bürokrasinin toplum için belirlediği bir “meşru dindarlık dozajı” var; ideal bir vatandaşın bayramlarda tebrikleşmesi, oruç tutması, belki arada bir camiye gitmesi, ama bundan daha fazla dindar olmaması gerek. Hele de kılık-kıfayet konusunda “çağdaş” olmak zorunda. Yoksa “iç tehdit” haline geliyor. (Gayrımüslim olması da iyi değil; o zaman da “yabancı” oluveriyor.)
Öte yandan bazı dindarlar da din-dışı saydıkları yaşam biçimlerini tehdit olarak algılıyor, sokakta bira içen veya gece klübünde dans edenlere “ahlakımız elden gidiyor” diye tepki gösteriyorlar. Kollektif bir “biz”in varlığına inandığımız için, bu “biz”in içindeki her türlü farklı görüş ve yaşam biçiminin sonuçta hepimizi kendine benzeteceğini sanıyor ve bu korkuyla karşı-atağa geçiyoruz. Çok farklı görüşlerin, dindarlıkların ve din-dışılıkların bir arada yaşayabileceği, nedense aklımıza pek gelmiyor.
Dahası bir de bunu aklımıza getirenleri “kökü dışarda fikirlerle bizi bölmeye çalışmakla” suçluyoruz.
Oysa bu da yanlış... Müslümanlar açısından çoğulculuğun kökü hiç de “dışarıda” değil; Kuran'ın “Sizin dininiz size, benim dinim bana” ilkesini (109:6) veya sufilerin “kesrette vahdet” (çoklukta birlik) düsturunu hatırlamak yeterli. “Laikçiler” açısındansa sormak gerek:
Eğer çoğulculuk “kökü dışarda” olduğu için kötüyse, sanki milliyetçilik veya laikliğin “kökü içerde” mi? Batı'dan gelen fikirleri, otoriter bir anlayışa uydurulabilirse sahipleniyor, özgürlükçü bir anlayışı zorluyorsa mı kötülüyorlar?