Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır. (Bakara, 178)Görüldüğü gibi, Kur'an'ın hükmüne göre, suçluyu affetme yetkisi mağdura ve yakınlarına aittir. Olayla hiç bir ilgisi olmayıp da, kendi siyasi hesapları nedeniyle oturduğu yerden "af kanunları" çıkaracak "devlet adamları"na değil. Mevcut hukuk sistemimizin 1400 yıl önceki Kurani ilkeden çok daha "geride" olması, düşündürücü. (Elbette suçun ve suçlunun tespitinde modern mahkemelerin gerekliliği tartışılmaz; ancak affetmek gibi vicdani bir meselenin konuyla ilgisiz üçüncü kişilere değil, suçun mağdurlarına ait olması en doğrusu.) Sefiller ve Jean Valjean Meselenin ikinci bir can alıcı yönü daha var: Affın, suçlu üzerindeki psikolojik etkisi. Victor Hugo'nun "Sefiller" romanını okuyanlar, Jean Valjean'ın dramatik dönüşümünü hatırlayacaklardır. Romanın başlarında Jean Valjean, uzun süre hapis yattıktan sonra şartlı bırakılan eski bir mahkumdur. Ancak suçlarından ders almamıştır. Aç ve sefil bir halde bir rahibin evine sığınır. Rahip ona olağanüstü derecede iyi davranır, en iyi yemekleri sunar, rahat bir yatak verir. Ama gece vakti Jean Valjean'ın kötülüğü tutar. Evin salonundaki gümüş şamdanları çalıp kaçar. Son anda uyanıp da kendisiyle karşılaşan rahibi ise başına vurarak bayıltır. Ertesi gün polisler Jean Valjean'ı yakalayıp rahibe geri getirirler. "Şamdanları sizden çalmış efendim, itiraf etti" derler. Ama rahip hiç beklenmedik bir cevap verir: "Hayır der, bu beyefendiye şamdanları ben hediye ettim, lütfen kendisini serbest bırakın, bir yanlışlık olmalı." Şaşkın polisler Jean Valjean'ı bırakıp giderler. Ama o daha da şaşkındır: Ağlayarak "neden beni kurtardınız" der, "ben kötü bir adamım." Rahip ona bir başka gümüş kap daha verir ve şöyle der: "Jean Valjean, ben bunlarla senin ruhunu satın aldım, sen artık Şeytan'ın değil Tanrı'nın hizmetkarı olacaksın". Jean Valjean gözyaşları içinde tövbe eder. Bundan sonraki hayatında dindar, dürüst ve iyiliksever bir insan olacaktır... Evet, Hugo'nun anlattığı hikaye bu. Bir kurgu kuşkusuz, ama bize önemli bir ders veriyor. Kötü insanların vicdanını harekete geçirmenin mümkün olduğunu, bunun da en iyi, onların suçlarını affedecek, kötülüklerine karşı iyilikle cevap verecek erdemli insanlar tarafından başarılabileceğini anlatıyor. Nitekim Kuran'da müminlere tasviye edilen de bu:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet, 34-35)İşte suçluların affedilmesi, ancak bu ayetlerde tarif edilen ahlaki erdemin bir ifadesi olarak hayata geçiriliyorsa bir işe yarar. Ama bizde "ahlak" kavramı uçup gittiği, "dini ahlak" denince de "irtica" korkusundan gözlerine uyku girmeyen "rejim bekçileri"nin öncülüğünde kollektif histeriler yaşandığı için, bu hakikatleri konuşamıyor ve dolayısıyla da hayata geçirme şansı bulamıyoruz. Af, sadece Kadir-i Mutlak devletin keyfi yöneticilerinin tekelinde kalıyor. O zaman da bir işe yaramıyor, salınan adamlardan Jean Valjean tiplemeleri pek çıkmıyor. Ve Türkiye, amiyane tabirle, "sefilleri oynamaya" devam ediyor...