Türkçe Yazılar

Devletin Affetmeye Hakkı Var Mı?

Victor Hugo'nun ünlü romanı: SefillerBugün gazeteleri çevirirken, ""Kadın dişçinin katili seri tecavüzcü çıktı" başlıklı bir habere rastladım. İzmir'de bayan bir diş hekimi önce tecavüze uğramış, sonra da öldürülmüş. Polis faili yakalamış. Adam tam bir "suç makinesi" imiş: 11 yıl önce yine bir diş hekimi kadına tecavüzden hapse girmiş, ama afla serbest bırakılmış. Bu, ilk değil. Bülent Ecevit'in başbakanlığı döneminde - ve eşi Rahşan Ecevit'in fikri öncülüğünde - çıkarılan af yasası sonucunda serbest kalan bir sürü katil, ırz düşmanı, hırsız ve bilumum suçlunun eski alışkanlıklarına geri döndüğünü gösteren bir dizi feci olay yaşandı son yıllarda. Affedilenlerden bazıları aynı suçları tekrar işleyip yeni masum insanları kurban ettiler. Bu olaylar ne zaman yaşansa, Türk medyası "afla çıkan katil yine adam öldürdü" diye manşet atıyor. Doğru da yapıyor. Ama sanki problem sadece "Ecevit affı"ymış gibi bir hava var. Oysa kanımca devletin suçluları affetme hakkına sahip olması başlı başına sorunlu bir düşünce: Devlet kimi hangi yetkiyle affedebiliyor ki? Bir devletin kendisine yönelik suçların (örneğin siyasi bir isyanın) faillerini affetme hakkı vardır kuşkusuz. Ama bir yurttaşa karşı işlenmiş bir suçu affetmek, ancak o yurttaşa veya onun yakınlarına ait olmalıdır. Düşünün, Allah korusun, bir katil sizin çok sevdiğiniz bir yakınınızı öldürecek, bir süre sonra da devlet gelip o adamı affedip serbest bırakacak... "Devlet de kim oluyor" diye sorarsınız. Ama "devlet" kavramının fetiş haline getirildiği ülkemizde, devlet, üstüne vazife olmayan daha pek çok alana el attığı gibi, buraya da müdahale etme hakkını kendinde görüyor. Oysa geleneksel hukuk sistemlerinde devlet bu kadar belirleyici değildir. Örneğin Kur'an'ı Kerim'de çok daha adaletli ve insancıl bir hukuk ilkesi verilir: Öldürülen bir insanın katilini affetmeye yetkisi, öldürülenin velisine, yani anne-babasına veya en yakınlarına aittir. Ayette şöyle denir:
Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı). Özgüre karşı özgür, köleye karşı köle ve dişiye karşı dişi. Fakat kimin (hangi katilin) lehine, onun (maktulün) kardeşi (varisi veya velisi) tarafından bağışlanırsa, artık (yapılması gereken) örfe uymak (ve) ona (maktulün varis veya velisine) güzellikle (diyet) ödemektir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa, onun için elem verici bir azab vardır. (Bakara, 178)
Görüldüğü gibi, Kur'an'ın hükmüne göre, suçluyu affetme yetkisi mağdura ve yakınlarına aittir. Olayla hiç bir ilgisi olmayıp da, kendi siyasi hesapları nedeniyle oturduğu yerden "af kanunları" çıkaracak "devlet adamları"na değil. Mevcut hukuk sistemimizin 1400 yıl önceki Kurani ilkeden çok daha "geride" olması, düşündürücü. (Elbette suçun ve suçlunun tespitinde modern mahkemelerin gerekliliği tartışılmaz; ancak affetmek gibi vicdani bir meselenin konuyla ilgisiz üçüncü kişilere değil, suçun mağdurlarına ait olması en doğrusu.) Sefiller ve Jean Valjean Meselenin ikinci bir can alıcı yönü daha var: Affın, suçlu üzerindeki psikolojik etkisi. Victor Hugo'nun "Sefiller" romanını okuyanlar, Jean Valjean'ın dramatik dönüşümünü hatırlayacaklardır. Romanın başlarında Jean Valjean, uzun süre hapis yattıktan sonra şartlı bırakılan eski bir mahkumdur. Ancak suçlarından ders almamıştır. Aç ve sefil bir halde bir rahibin evine sığınır. Rahip ona olağanüstü derecede iyi davranır, en iyi yemekleri sunar, rahat bir yatak verir. Ama gece vakti Jean Valjean'ın kötülüğü tutar. Evin salonundaki gümüş şamdanları çalıp kaçar. Son anda uyanıp da kendisiyle karşılaşan rahibi ise başına vurarak bayıltır. Ertesi gün polisler Jean Valjean'ı yakalayıp rahibe geri getirirler. "Şamdanları sizden çalmış efendim, itiraf etti" derler. Ama rahip hiç beklenmedik bir cevap verir: "Hayır der, bu beyefendiye şamdanları ben hediye ettim, lütfen kendisini serbest bırakın, bir yanlışlık olmalı." Şaşkın polisler Jean Valjean'ı bırakıp giderler. Ama o daha da şaşkındır: Ağlayarak "neden beni kurtardınız" der, "ben kötü bir adamım." Rahip ona bir başka gümüş kap daha verir ve şöyle der: "Jean Valjean, ben bunlarla senin ruhunu satın aldım, sen artık Şeytan'ın değil Tanrı'nın hizmetkarı olacaksın". Jean Valjean gözyaşları içinde tövbe eder. Bundan sonraki hayatında dindar, dürüst ve iyiliksever bir insan olacaktır... Evet, Hugo'nun anlattığı hikaye bu. Bir kurgu kuşkusuz, ama bize önemli bir ders veriyor. Kötü insanların vicdanını harekete geçirmenin mümkün olduğunu, bunun da en iyi, onların suçlarını affedecek, kötülüklerine karşı iyilikle cevap verecek erdemli insanlar tarafından başarılabileceğini anlatıyor. Nitekim Kuran'da müminlere tasviye edilen de bu:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet, 34-35)
İşte suçluların affedilmesi, ancak bu ayetlerde tarif edilen ahlaki erdemin bir ifadesi olarak hayata geçiriliyorsa bir işe yarar. Ama bizde "ahlak" kavramı uçup gittiği, "dini ahlak" denince de "irtica" korkusundan gözlerine uyku girmeyen "rejim bekçileri"nin öncülüğünde kollektif histeriler yaşandığı için, bu hakikatleri konuşamıyor ve dolayısıyla da hayata geçirme şansı bulamıyoruz. Af, sadece Kadir-i Mutlak devletin keyfi yöneticilerinin tekelinde kalıyor. O zaman da bir işe yaramıyor, salınan adamlardan Jean Valjean tiplemeleri pek çıkmıyor. Ve Türkiye, amiyane tabirle, "sefilleri oynamaya" devam ediyor...
All for Joomla All for Webmasters