Bizim materyalizme bir inancımız var, 'a priori' [baştan kabul edilmiş] bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz... Materyalizm mutlak doğrudur, çünkü kapıdan içeri İlahi bir adımın atılmasına izin veremeyiz.Çoğu seküleristin Lewontin'in buradaki samimiyetini göstermeyeceğini söyledim. Onlar, aksine, materyalizme olan bağlılıklarının "a priori" değil ampirik olduğunu, yani felsefi önkabullere değil bilimsel kanıtlara dayandığını ileri sürerler. Israrla, eldeki bilimsel kanıtları objektif olarak incelediklerini savunurlar. Örneğin Sibel Fidel ismi yorumcumuz tam da böylesi bir ısrar içinde. Bu sitedeki "Emre Aköz, Metodolojik Natüralizm ve Laiklik" başlıklı sayfaya eklediği bir yorumda şöyle diyor:
"Ne zaman ki Tanrı, bilimsel metodların varsayımına dahil olmasını gerektirecek kanıtları önümüze koyar, bu metodların içine dahil olur."Bunu, "eğer evrene doğaüstü müdahale olduğuna dair kanıt görsek, bunu elbette kabul edebiliriz" diye de okuyabilirsiniz. Ama bakın aynı Sibel hanım aynı sayfaya eklediği bir başka yorumda şöyle diyor:
"Bilim, aaa, bu iş olsa olsa doğa üstü bir yaratığın başının altından çıkmıştır diyerek eve gidip televizyonun karşısında ayaklarını uzatamaz. Somut ve gözlenebilecek kanıt arar."Buradaki "televizyonun karşısında ayaklarını uzatmak" demagojisini bir kenara bırakalım. Verilen mesaj şu: "Bilim, doğa üstü bir varlığın müdahesini kabul edemez, mutlaka bir alternatif arar". (Bu alternatifin mutlaka var olduğunu düşüncesi de "metafizik natüralizme" inançtan kaynaklanmaktadır. Sibel hanımın metodolojik natüralizm ile metafizik natüralizm arasında çizmeye çalıştığı sınır, bu nedenle ikna edici değildir; gerçekte ilki ikincisinin doğal bir sonucudur). Üstteki "bilim tanımı"nı bir kere kabul ettiğinizde, evrene yönelik doğaüstü (veya "akıllı") bir müdahale, tanımı gereği, bilim dışı olmuş olur. Her ne zaman bu yönde kanıt gösterseniz, bilimi rayından çıkarmakla suçlanırsınız. "Kanıt" anlamsızdır, çünkü bir kanıt olamayacağına baştan karar verilmiştir. İyi ama hani "kanıt görsek, kabul edeceğiz" diyorlardı?.. Kısacası zevahiri kurtarmak için "kanıt görsek elbette kabul ederiz" diyenler, kanıt önlerine konunca da "hayır, bilim bunu tanımı gereği kabul edemez" demektedirler. Bu, mantıksal bir kısır döngüdür. Ve bu kısır döngü içinde düşünenler, ya kendilerini aldatmaktadırlar, ya da - veya bir taraftan da - başkalarını... Sekülerizmin Despotizmi En son olarak bir de konunun başına dönüp, Yılmaz beyin "ben dinci değilim, akılcıyım, Ayasofya'nın müze olmasını istiyorum" şeklindeki yorumunu yeniden ele alalım. Buradaki "akılcılık karşısında dincilik" şablonunun yanlış olduğunu anlattım. Ama mesele sadece bundan ibaret değil. Çok daha vahim bir problem var: Kendisini "akılcılık" diye parlatıp öven sekülerist dünya görüşünün despotizmi... Farklı dünya görüşleri vardır ve olacaktır. Kimi insan dinlere inanır, kimisi materyalizm gibi seküler felsefelere. Bunların her biri de kendileri "en akılcı biziz" diye savunabilirler. Kuran, bu gibi farklı görüşlerine karşı Müslümanlara "sizin dininiz size, benim dinim bana" demeyi öğütler. (Kafirun Suresi, 6) Yani isteyen teist, isteyen de ateist olur; herkesin seçimi kendinedir. Ama dikkat ederseniz "akılcılık"tan dem vuranların bazıları, sadece kendi "din"lerini yaşamakla ve savunmakla kalmayıp, teist dinleri toplumsal hayattan dışlamak, ibadetlerine engel olmak, bu yolla dini olabildiğinçe zayıflatmak, mümkünse yok etmek hedefindedirler. Örneğin, bir süre önce bir "veda yorumu" ile sitemizden ayrıldığını duyuran Ataman Ertuğrul bey tam da böyle bir yaklaşım içindeydi. Danıştay baskını ile ilgili yazıya eklediği son yorumunda - eğer yine "intihal" değilse - şöyle diyordu:
İnsanlığın bu çemberi kırması ancak aklın, akıl dışına olan üstünlüğünün kabul edilmesi ile mümkündür. Bu da vahyin, sorgulanmadan kabul edilen, kerameti kendinden menkul, zamanın değişen ve gelişen gereksinimlerine karşın donup kalmış statik akide ve nassların toplumsal yaşam dışına atılması ile gerçekleşebilir ancak. Çağdaşlık, aklın akıl dışına olan üstünlüğünün anlaşılması demektir.Kısacası materyalist felsefeye dayanan sekülerist dogma, önce kendisini "akılcılık ve çağdaşlık" diye sunmakta, sonra da "akıl dışı" saydığı dini, "toplumsal yaşam dışına atmayı" hedeflemektedir. Bu yaklaşımın fikri altyapısı ile; Stalin döneminde Sovyetler Birliği'nde, Mao döneminde Kızıl Çin'de, Kızıl Khmerler'in iktidarı sırasında Kamboçya'da, Enver Hoca diktası altında Arnavutluk'ta uygulanan "zorla dinsizleştirme" programlarının fikri altyapısı arasında hiç bir fark yoktur. Fark, uygulanan yöntemlerin sertliğindedir. Yılmaz beyin "ben dinci değilim, akılcıyım, Ayasofya'nın müze olmasını istiyorum" şeklindeki yorumunu, bu perspektif ışığında değerlendirmek ve kendisine sormak gerek: Bir ibadethanede ibadet edilmesinin yasaklanmasını hangi hakka dayanarak istiyorsunuz? Ben "Çankaya'ya minare dikilsin" veya "İstanbul Modern Sanat Müzesi'ne haç takılsın" demedim ki... Bir ibadethane olarak inşa edilmiş, 1500 yıl boyunca da bu amaçla kullanılmış bir mekanın, yeniden asli amacına uygun olarak kulanılmasını savundum. Dine ait olmayan bir mekana el koymaktan değil, dine ait olmasına rağmen haksız yere el konmuş bir mekanın "özgürleştirilmesinden" söz ettim. Aslında bu sitede seküleristlere verilen mesaj açık: Sizin dininiz size, dindarların dini dindarlara. Yaşam alanlarınız, kurumlarınız ve hatta tapınaklarınız sizin olsun. Ama başkalarına ait olana el koymaya kalkmayın. Devlet, kamusal alan, merkezi eğitim gibi "ortak alanlar"da ise tarafsızlık ve objektiflik ilkesini kabul edin. Ondan sonra da karşılıklı saygı içinde oturup konuşalım, tartışalım. Anlaşalım veya anlaşmamaya anlaşalım. Ama çoğu kez bu noktaya gelemiyoruz. Neden acaba? "Seküler despot" yerine "seküler demokrat" olmak bu kadar zor mu gerçekten?