'Soyu Tükenen' Avrupa'da İslam'ın Geleceği
[28 Ocak 2006 tarihli Referans gazetesinde yayınlandı]
Geçen hafta bu sütunda Avrupa ülkelerinin çoğundaki düşük doğum oranlarından söz etmiş ve kıtanın yerli nüfusunun giderek azaldığına işaret etmiştim. Bunları yazarken kaynak olarak kullandığım, Mark Steyn imzalı ve "Mesele Demografi: Batı'nın Yok Olma Tehlikesiyle Yüz Yüze Oluşunun Gerçek Nedeni" başlıklı The Wall Street Journal makalesinde, "soyu tükenen" Avrupa'da İslam'ın geleceği konusunda da önemli ve iddialı yorumlar var.
Steyn'in ilk vurguladığı nokta, Avrupa'nın tam aksine, İslam dünyasında çok yüksek bir doğum oranı olması: Avrupa ülkelerinin hiç birinde aile başına ortalama çocuk yapma oranı 2'nin üstüne çıkmazken, bu oran Somali'de 6.91, Nijerya'da 6.83, Afganistan'da 6.78, Yemen'de 6.75. İslam'ın dünyanın en hızlı büyüyen dini olmasının nedeni, İslam'ı sonradan kabul eden "mühtediler"in yanında, İslam ülkelerindeki bu yüksek doğum oranı.
Bu demografik trenlerden uzun vadeli bir projeksiyon yapıldığında, Avrupa'nın yerli nüfusunun giderek azalacağı, kıtadaki ekonomileri ayakta tutacak işgücünün giderek küçüleceği, boşluğun kaçınılmaz olarak göçmenler tarafından doldurulacağı, bu göçmenlerin de en çok "nüfus fazlası" bulunan Müslüman ülkelerden geleceği anlaşılıyor. Zaten bu süreç çoktan başlamış durumda ve Avrupa'nın hemen her ülkesinde kayda değer bir Müslüman göçmen nüfus var. Dahası kıtaya göç eden Müslümanlar yüksek doğum oranlarını büyük ölçüde koruyorlar. Avrupa'nın nüfusu, bir tahterevalli gibi, "beyaz Hıristiyan Avrupalı"dan, "siyah veya kahverengi derili Müslüman"a doğru kayıyor. Uzun vadede ne olacağı belli...
Bu "belli" olanı ünlü Amerikalı tarihçi Bernard Lewis 2004 yazında bir Alman gazetesinde verdiği demeçte ifade etmiş ve pek çok Avrupalı'yı şoke etmişti. "Avrupa, 21. yüzyılın sonunda Müslüman çoğunluklu bir nüfusa sahip olacak" demişti Lewis, "ve Arap-Mağrip dünyasının bir parçası haline gelecek."
Peki bu, kötü bir senaryo mu? Müslüman gözüyle elbette değil, ama Müslüman olmayanların bazıları bunu bir "felaket senaryosu" ve "Avrupa uygarlığının sonu" olarak görüyor. Bunun nedeni de, İslam'ı gelişmeye kapalı, durağan, çatışmacı ve baskıcı bir din gibi algılamaları.
Mark Steyn, tam da bu görüşü dile getirmiş. Makalesinde, Samuel Huntington'ın ünlü "İslam'ın kanlı sınırları" kavramını hatırlatırcasına; Filistin'de, Keşmir'de, Afrika'da, Tayland'da, Kafkasya'da ve Bali'de Müslüman olanlarla olmayanlar arasında çatışmalar yaşandığını söylüyor ve "Müslümanlar Avrupa'da çoğalırsa başımız dertte" demeye getiriyor.
Sorun, 'İslam'ın Krizi'nde
Ama işte tam noktada da eleştiriyi hak ediyor. Öncelikle, Müslümanların "kanlı sınırları" olmasının tek sorumlusu, Müslümanlar değil. Aksine, sayılan bölgelerin çoğunda Müslümanlar tamamen veya kısmen mağdur durumdalar. Bu mağduriyetin bir öfke ve intikam kültürü geliştirdiği ve bunun da "İslami terör" denen vahşete yol açtığı malum. Ancak, söz konusu kültür, İslam'ın özünden değil, Müslümanların tarihin bu aşamasındaki derin problemlerinden, Bernard Lewis'in ifadesiyle "İslam'ın krizi"nden kaynaklanıyor. Krizin aşılması ise mümkün; Batı'nın kendi "karanlık çağları"nı aşmış olması gibi.
Steyn'in görmediği bir diğer nokta ise, İslam'ın Batı değerleriyle uyuşabileceği ve zaten Batı'ya göç eden Müslümanların da aslında bir taraftan bu toplumlara adapte olmaya başlamaları. ABD'deki Müslümanlar zaten sosyo-kültürel yönden iyi durumdalar ve toplum geneline entegre olmuş vaziyetteler. Avrupa'da durum çok parlak değilse de iyi örnekler var. Ortadoğu'nun veya Hint Yarımadası'nın fakir köylerinden Avrupa'nın büyük metropollerine göçmüş ailelerin çocukları veya torunlarının bazıları, iyi bir eğitim görüp iyi noktalara gelebiliyorlar. Kıtadaki önemli Müslüman entellektüellerin başında gelen Tarık Ramazan, "Batı Müslümanları ve İslam'ın Geleceği" adlı kitabında, Müslümanlara kendi geleneksel kültürlerine sıkı sıkıya tutunmak yerine, İslam'ın temel değerleriyle çatışmadıktan sonra Batı kültürünü ve yaşam tarzını benimseyebileceklerini anlatıyor. Londra sokaklarında "şalvar kamez" değil de blue jean giymeyi tercih etmenin İslam'a bir aykırılığı yok...
Fakat elbette lafla peynir gemisi yürümüyor ve modern dünyanın demokrasi, çoğulculuk, serbest piyasa ekonomisi gibi değerlerinin Müslüman çoğunluklu bir toplumla da uyuşabileceğini, Müslümanların ve Batılıların dost ve partner olabileceklerini gösterecek daha somut örnekler gerekiyor. Ve, tamin edebileceğiniz gibi, bu noktada Türkiye'nin rolü büyük. AB sürecinde ilerleyen, hem de bunu Müslüman kimliği oldukça belirgin insanlardan oluşan bir hükümetin eliyle başaran Türkiye, işte bu nedenle hem Doğu'da hem de Batı'da ilgiyle izleniyor.
Ve yine aynı nedenle, "Türkiye'nin İslam'la alakası yok" diyenler de, "Avrupa gavur medeniyetidir, ne işimiz var onların arasında" diye düşünenler de yanılıyor, Türkiye'nin gerçek değerini ıskalıyorlar. Neyse ki, azınlıktalar...